“Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”
İlk baskısı 2002 yılında yapılmış, bugüne bugün on beş yaşında bir kitap. Şunun bilinmesini isterim ki: Bu kitaptan bu kadar geç haberimin olması, kitapçıların “best-seller” raflarını es geçen bir okur olarak tamamen benim kabahatim değil. Okumaya başlamadan önce niyeyse sebepsiz bir önyargı ile yeni dönem Türk yazarlarının, kendilerini yazdıkları, soyut ögelerle doldurulmuş diğer hikâyemsi romanlardan biri olacağını düşünmüştüm. Heyhat yanılmışım, hem de ne yanılma.
Hep duyduğumuz, kimilerinin özlemle anmak için kimilerinin de dalga geçmek için her fırsatta söylediği “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi” sözünün kaynağını da bu kitapla öğrenmiş oldum, kitap böyle başlıyor çünkü.
“Vay be çok güzel hikâyeymiş, birkaç sayfa sonra durağanlaşmaya başlar,” diye düşünürken, hikâye büyüdü de büyüdü, ayrıntılar, hikâye içinde yeni hikâyeler, filmi çekilse dev bir kadro gerekecek, tamamına başrol denecek, gerçekmiş gibi duran harika karakterler, birbirini tamamlayan mektuplarla, anılarla, anekdotlarla, dramlarla, diyaloglarla müthiş bir akıcılıkla ilerleyen harika bir kurgu olduğunu ancak kitap bittiğinde idrak edebildim. Daha doğrusu ancak kitap bittikten sonra kendime gelebildim.
Sefilliğin, acının, parçalanmışlığın, özlemin ve devrimin romanı. Sefiller refaha, parçalanmışlar bütünlüğe, özlemler vuslata, dağılmışlar toparlanmaya çalışmıyor romanda. Hayatta durdukları yerin farkında olan, buna gör sınıf bilinci içinde mücadele eden insanların hikâyesi. Kelimeler cümlelere, cümleler paragraflara öyle ustaca yerleştirilmiş ki, sanki önce dev bir şiir yazılmış da sonradan romana çevrilmiş gibi büyüleyici, enfes. İnce ince sarıp hazırladığı topacı, yazar öyle bir savuruyor ve döndürmeye başlıyor ki, kitap da bir topaç gibi hızla akıp giderken okurları hipnotize ediyor.
Dönüp duran topaç kitabın sonundaki mektuplar ile sakince yeniden sarılırken, okurları bir kez daha sarsıyor. En başından beri devam ede gelen şairane anlatım mektuplarla birlikte öyle güzel sadeleşiyor ki, yazarın hüneri, Türkçesi bir kez daha bu sefer başka bir şekilde kendini gösteriyor burada.
Gözlerde yaşları düğümleyecek kadar nefes kesici, kesif bir duygusallıkla yazılmış yedi santimlik “eksikliğin” tanımlandığı, tamamlandığı bir bölüm var ki; Türk romancılığının en çarpıcı pasajlarından biri olarak kazındı zihnime.
Kitabı okurken pek çok yerde Pablo Picasso’nun meşhur “Önce kuralları öğrenin ki sonları onları tam bir sanatçı gibi yıkabilesiniz,” manasındaki özdeyişini hatırladım. Murat Uyurkulak, yazarlar için tehlikeli olduğu söylenen kelime oyunlarını, tekrarları öyle ustaca kullanmış ki, hayran olmamak elde değil. Daha önce başka yerlerde de dile getirdiğim üzere, şahsım adına iyi yazılmış bir yazıdan başka kıskanılacak bir şey yoktur şu dünyada. Murat Uyurkulak bu ilk romanıyla kıskanılamayacak kadar uzak ve usta göründü bana.
Kitap incelemeleri daha ziyade yeni çıkan kitaplar için yazılsa da, “okunmamış kitap yeni kitaptır” diyerek bırakıyorum buraya. Kim bilir belki birileri de buradan görüp okur benim aracılığımla.
- Tol – Murat Uyurkulak
- April Yayıncılık – Roman
- 320 Sayfa