Şiirin de dahil olduğu edebi ürün üretenleri, diğer sanayi ya da teknik üreticiler gibi belirli standart iş kalıbı içinde düşünemeyiz. İyi bir kamu idarecisinden roman yazarı, nitelikli şairden de vasat üstü sinema yönetmeni çıkabilmekte çünkü. Bunun örnekleri o kadar çok ki! Cemal Süreya’nın Maliye Bakanlığında müfettişlik ya da Darphane Müdürlüğü gibi görevlerde bulunması mesela, yahut ilkin Çorum/Alaca olmak üzere bir çok yerde kaymakamlık görevlerinde bulunmuş İlhan Berk bir diğer örneği. Bir siyasetçi olarak Bülent Ecevit, özellikle Sanskritçe üzerine ve Tagore çevirileri ile yetinmemiş, aynı zamanda bir çok şiir kitabının da sahibi olabilmiş oysa. Roman yazarı olarak Hasan Ali Toptaş’ın ise vergi-icra dairelerinde çalıştığı herkesin malumu. Dolayısıyla buradan şöyle bir kanıya varırız ki, edebiyat ve sanat hayatta ve her yerde, ama en çok şiir böyle. Pekiyi neden bu böyle, sırrı nedir bu işin öyleyse?
Alman idealizminin büyük ismi Friedrich Hegel, poemi güzel sanatların en üstünü ve en zor olanı olarak görmüşken, Cemal Süreya, şiir için “anayasaya aykırı ve ahlaka karşıttır” diyerek ve buradan hareketle o devinimsel yönüne vurgu yaparak farklı bir yönü ele almıştı. O nedenle en yüksek duygunun nakil yöntemi olarak şiirler; roman gibi belirli bir biçim ve anlatım tekniğinin çok daha ilerisinde bir yaklaşımı ve duyarlılığı benimsemek durumunda. Hislenmeyen, âşık olamayan, sevemeyen bir kimsenin şiir okurken bunu hazmetmesi, şair olarak da iyi bir poem tutturamamasını sanırım buna bağlamak gerekir artık. Şiir o nedenle kaçaktır, hisler gelir ve gider. Temalar da yıllara göre farklılık taşır. Şair de esasında kaçaktır, tutsaklığa boyun eğmez. Meslek kalıpları artık ona dar gelir, insanlığın en derin havuzuna şiirle atlamak ister.
Mehmet Akif Kay, bir şair olarak tam da bu denilenlerin örneği. Kitabın biyografi kısmına bakıldığında, kendisinin Çatak ilçesinde başlayan Cumhuriyet Savcılığını, Tokat/Almus, Sakarya/Kaynarca, Samsun/Bafra, İzmir/Karşıyaka ilçelerinde de devam ettirdiğini, halihazırda ise İzmir Cumhuriyet Savcılığı görevini başarılı bir şekilde sürdürdüğünü biliyoruz.
Yazarın ilk kitabı olan “Uzaktan Gelen Esintiler” isimli eser, “artshop yayınlar”ından çıkıp, toplamda 135 sayfa yekûn olup, 124 şiiri ihtiva etmekte. Yazarın kendi biyografisinden yine öğrendiğimiz üzere şiir sevdasına hayatının çok erken tarihlerinde, 1984 yılında, aynı zamanda memleketi de olan Niğde’nin Bor ilçesinde tutulduğunu görüyoruz. Mehmet Akif Kay, yoğun bir lirik dil kullandığının ilk işaretlerini kitaba dair yazdığı önsözüyle okura aslında bihakkın haber veriyor. Aynı zamanda şiirin neliği üzerine de öznel değerlendirmeleri, bir kısım benzetmeler eşliğinde sunuyor. Mehmet Akif Kay’a göre, “…şiir bir his, aşk, coşku ile başlayıp emek ile doğar, beslenip büyür, şiir olarak varlık haline gelir, okundukça ve hissedildikçe yaşar. Şiir bir yaşanmışlıktır, özlemdir, bir tespittir, sevdadır, başkaldırıdır, bazen bir kitleye bazen bir ruha hitap eder. Şiir bazen bir mutluluk, bazen bir hüzündür yüreklere, şiir bir duygudur, aynı zamanda bir düşündür.”
“Uzaktan Gelen Esintiler” kitabı, şairin dönemsel olarak tema bağlamında duygularının değişkenlik gösterdiğini hemen hissettiriyor. Zira, kitap yıllara göre ilerliyor ve okuyucu olarak bizler kronolojik şiir dizilim tercihi ile şairin farklı tarih ve kentlerdeki dönemsel uğraklarında hangi hislere sahip olduğunu, bu yöntem sayesinde anlama imkânına kavuşuyoruz. İlk dönem şiirlerinde “aşk”, “kavuşamama”, “hasret”, “umut” gibi lirizmin belki de en doruklarında seyreden duygular, ilerleyen aşamalarda “kent sevgisi”, “yarına dönük ümitler”, “anlık hoşluklar”, “askerlik yılları” gibi daha belki de içtimai mesele olarak da görülebilecek farklı veçhelere ulaşıyor. İlk dönem ümitleri, sevgiliye kavuşabilme yönüyle o kadar haykırılıyor ki, şiirin dolaylı, ironik, dolambaçlı şekilde mi yoksa doğrudan, lineer bir anlatımla sunulması mı gerektiği tartışmalarını bana yeniden hatırlatıyor. İlk şiir olan “Keşke Olabilseydik” de mesela, “…Keşke olabilseydik, / Sen kırmızı ben yeşil, / Serpiştirilseydik, / Kırlara alabildiğince; ” bu doğrudan duygu sunumundan hiç sakınılmamış. 1984 yılında yazılan “Ümit” şiiri ise tersine bir his yaklaşımıyla ümitsizlik sunumu olarak önümüze geliyor, şairin ümit/umarsızlık değişkenliğini zaman dışılık olarak yansıtırcasına:
“Derin bir uykuya daldım,
Bilmem uyanır mıyım
Uyansam da bir daha,
O güzel günlere, tatlı hatıralara,
Döner miyim”
Ancak belirtilmesi gerekir ki, ilk dönem şiirler bir kısım teknik aksaklıklar ve esinlenmeleri taşıyan yönleri ile de kendisini hissettiriyor. Dolayısıyla şairin son dönem şiirleri ile birlikte, kronolojik olarak okunduğunda, son dönem şiirlerinin daha bir özgün sese, evrensel dile kavuştuğunu görüyoruz. “Geçiyor Zaman” şiiri, şairin poem yaklaşımının lirik anlatımına ters bir yönelimle, nesnenin sesinin, öznenin iç sese tam kavuşamaması gibi bir duygu eksikliğini gösteriyor:
“Zaman dediğin nedir ki
Tik tak işleyen bir saat,
İşledikçe devam eder,
Yaşadığın bu hayat,”
Büyük şair Nazım Hikmet’in 1923 yılında yazdığı “Makineleşmek İstiyorum” şiirinde yer alan Sovyet sanayi hareketinin, birey ile sembolik kullanımı, Kay’ın tik tak işleyen saatinde benzer etkide nazarımızda karşılık bulamıyor.
Yazarın genel olarak aşk, özlem gibi duyguları ilk dönem yapıtlarında sunduğunu belirttik, ancak bu diğer temalara dokunulmadığını göstermiyor. Bor’da 1984 yılında yazılan “Anadolu” şiiri maalesef estetik yönelimden yoksun, lineer ve vulgar bir anlatımla, başarısız, müsamere kıvamında bir şiir olarak karşımıza çıkıyor:
“Kurban olam taşına toprağına,
Göğe yükselen tepene dağına
O güzel şen iline, ilçene,
Can kurban güzel olan her şeyine,”
Doğa da bir unsur olarak zaman zaman önümüze seriliyor, tıpkı Sait Faik öykülerindeki deniz ve balık düalite sevgisi gibi, şairin de benzer bir sevgiyi hissetmemesi mümkün değil, “Vazgeçemezler”de olduğu gibi, “Martılar ille de deniz isterler, Deniz, yaşam kaynağıdır derler. Balıklar onları sevmezler, Ama ayrı da kalamazlar”
Her şairin bir dili, kullandığı kelimeleri, hatta kendi ürettikleri, mahsulü olan kelimeleri bulunur. Fazıl Hüsnü Dağlarca, o büyük şair, “Türkçem Benim Ses Bayrağım” derken, dilin duygu kullanımına imkan veren yapısına aslında vurgu yapmıştı. İsmet Özel’de, Ece Ayhan’da ya da başka bir çok şairde görülen daha önce bilinmeyen kelimeler türetimi ya da kelimenin bilinenin tersine, ters yüz edilerek, farklı anlamında kullanımı da mümkün elbette. Mehmet Akif Kay’ın şiirlerinde duru bir dil var kuşkusuz, ne var ki zaman zaman tam olarak şiir dizgesine ters gelen, hatta mısraların melodik devamlılığını tökezleten kelime oyunlarına giriştiğini görüyoruz. “Sessiz Şiirler”in beşinci bölümünde, “Evet o olmalı, Diye düşündüm” şeklindeki kullanım, hissi boğan, günümüz gençliğinin çokça başvurduğu “aynen” şeklindeki söz bozumunun bir diğer benzeri “diye düşündüm” haliyle çıkıyor karşımıza. Bu yönelim sözün büyüsünü bozmakta oysa. Yazarın şiirlerinde, kullanımının çokça faydalı görünmeyeceği bir başka kelime “şahika”nın da sıklıkla yer edindiğini görüyoruz. “Bütün Çabam” isimli 1988 yılında yazılan şiirinde; “…Duygularımın şahikasına çıkmak” ile karşılaşıyorken, 1991 yılındaki “Bir Engin Bir Yüksek” şiirinde, ki başlığı da bir tekrarları ile ele almak da mümkün, “…Duygular; bir engin bir yüksektir’e geçiyor. Duyguların şahikası, yüksekliği, sık tekrarlanış ve kelime farklılığı olsa da durağan anlatım ve armonisi yoksun olarak sunumu ile okuyucuyu içine katamama halini taşıyor. 1992 yılında “Sana Aşkı” başlıklı şiirinde ise, bu kez şahika; “…bir şahikanın peşinde” olarak mısrada yer ediniyor. Fırlamalık ya da kulak tırmalayan “heyhat” kelimelerinin ya da ikilemelerin sıklıkla bazı şiirlerde kullanımı ise ses düzeniyle, şiirin seçkin ve tarih-dışı konumuna halel getirme riskini taşıyor. Şiirlerde bunun dışında anlama bir katkı sunmayan “Benimleydi” şiirinde olduğu gibi “diniz” kelimesinin kullanımı da benzer duyguları sundu bana.
Kitapta editöryal hata olarak da görülebilecek bazı yanlış kelime kullanımlarının da bulunduğunu görüyoruz. “Bütün Çabalarım” şiirindeki, yaşamımdaki ki’nin kullanımı, “Sevgi” şiirindeki ikinci mısradaki sevginin yanlış dizgi olarak geçmesi, “Anadolumda Anadoluya Hasretken”de, Anadolu yer özel isminin kesilme yerleri de, yine diğer baskılarda düzeltilmeye muhtaç kısımlar. Ayrıca şiirlerde zaman zaman tarihsel sarkaçtan sapılması da dönemsel anlaşılmayı sekteye uğratması mümkün bir durum.
Mehmet Akif Kay şiirlerinde tarihsel göndermeler, Melih Cevdet Anday’da sıklıkla görülen mitolojik unsurlar, edebi kahramanlar handiyse yok denecek seviyede. Yalnızca 1992 tarihli “Ölüm Bir Gerçek” şiirinde şair “…Goethe’ye çok şeydi ölüm” diyerek bir referans noktası yakalıyor. Biçim itibariyle de şiirleri Nazım Hikmet şiirlerinin melodik yapısının uzağında, söz oyunlarına çokça başvurulmayan, daha çok sadelik taşıyan ve özlem/sıla/gurbet gibi düşünceleri bir çırpıda verme telaşındaki şiir biçimi ile göze çarpıyor. Bu yönü ile şiirlerinin “Garip Akımı” ve “İkinci Yeni” arasında, Orhan Veli ile Cahit Sıtkı Tarancı’nın, biraz da Cahit Külebi’nin biçimi ile bir akrabalık, etkileşim bağıyla birlikte ele alınması mümkün. Bilhassa “Yalnızlık” isimli 1991 tarihli şiir bu yönü hemen ele veriyor:
“Bir duygu ki o,
Hissedebiliyorum
Görebiliyorum
Ama
Nafile anlatamıyorum,
Bir eksiklik var
Hiç anlaşılamıyorum
Öyle garip,
Öyle yalnızım ki
Heyhat…
Endişeliyim.
Kendi sesimi mi duyamıyorum.”
Benzer ses kullanımı ve konu arkadaşlığı Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum” şiirini hemen akla getiriyor. Yazarın olgunluk dönemlerinde ise şiirlerinin geleceğe dair kimi tahayyüller ile birlikte kent bilincinin de izlerini taşıdığını görmek olası. Örneğin, “Karşıyaka Sahilinde” isimli çalışmasında, yalnızca yazarın bir dönem çalıştığı Karşıyaka değil, Alsancak, Konak, Narlıdere’de bir bir sıralanıyor. Sevinç bir başka ağırlık taşıyor ve şiir dosta aktarılıyor gibi sunuluyor bu dönemlerde:
“…Ama hava Karşıyaka kokuyor,
Velhasıl dostlar,
Mutlu ediyor bugünde
Nefes alabilmek beni”
Bir beklenti biçimi olarak umut hali, ilk dönemlerinde maşuk olma kıvamından bir başka umuda yol alıyor artık, tıpkı 2019 tarihli son şiirlerindeki gibi, “Yarınlara” isimli şiirinde olduğu gibi mesela;
“Yar meyletse de
Gönlünü,
Biçare umut
Yine de var,
Bırak son sözler söylenmesin
Gözlerde kalsın
Bu bakışlar”
Çocuğun doğumu, o ilk varlık da, yine şiirin bir başka teması bazen:
“Kollarıma verdiler
Bir bahar gecesiydi ebeler
Gözüm aydındı,
Ve sen doğmuştun kızım
Çektiğin ilk nefeslerdendi dünyada
Karmaşıktı duygularım
Bir parçamdı karşımda duran
Ve ben baba olmuştum bugün”
Tüm bu anlatılanlar ışığında belirtmemiz gerekir ki, iş yoğunluğuna rağmen, ciddi bir çabanın ürünü olan şiirleri ile Mehmet Akif Kay, yalnızca kitap yazmak için kitap yazan bir kişi olmanın ötesine taşıyor. Son dönem kimi yönleri ile arka plana atılan şiirin yeniden lirik tada ulaşmasına kuşkusuz katkı sunacak bu çabasıyla. Söz tekrar şairimizde, o güzel “Yârin Uzaklığı” şiiriyle, içten sevgi yoğunluklu haliyle:
“Beni böyle mahzun eyleyen sevgili
Yokluğun bir eksik, bir ceza
Koca bir dert olmuş
Kafamda, yüreğimde
Çaresiz, düşünmekten seni
İzinli geçiyor günlerim
İsteksiz bakıyor gözlerim
Heyhat!
Bilmezdim yârin uzaklığının
Verebileceği hüznü…”


- Uzaktan Gelen Esintiler – Mehmet Akif Kay
- artshop yayınları – Şiir
- 135 Sayfa