Nil Sakman’ın yazmış olduğu Süreyya, varoluşunun anlamını sorgulayan, bunun kaydını tutan bir kadın. Bir yazar ama yazar kimliğiyle değil, kadın olarak karşımızda kanlı canlı duruyor. Toplumun kadından beklediği anne olmak, doğurmak gibi, sanki her kadının yapması gerekiyormuş, olmazsa olmazmış ve hatta olmazsa kadın olunamazmış düşüncesine karşı tavrıyla, kendini ait hissedememekle, soyuyla ve soyun devamının gelmesiyle meselesi olan bir kadın.
Nil Sakman, diyaloglarla ya da kurguyla bezeli bir roman yerine Süreyya’nın bazen kendine hitabı, bazen de araya mesafe koyup kendine bir roman karakteri gibi mesafeyle yaklaşıp, kendine uzaktan bakıp kendini anlatışını yazmış. Normalde bu durum, okurla roman arasına belli belirsiz bir mesafe girmesine sebep olabilir, ama Süreyya o kadar gerçek ki, ortak hisler, bazen adı koyulamayan durumlar, düşündükleriniz, hissettiklerinizle bir duygudaşlık yaşıyorsunuz. Çocukluğundan, yemek masasının altında oynadığı oyunlardan, inşa ettiği tünellerden anlamlar çıkarmasını, hayatını, hislerini, geçmişini zihninin içinde kalanlarla deşerek bulunduğu çarpıcı çıkarımları okudukça Süreyya’nın birçok yönüyle tanışıp, kendinize dair pek çok şeyle yüzleşiyorsunuz.
“Annen ne çok söyledi, kadının dilinde tüy bitti. Hep huzursuzsun kızım. Biraz çaba göstersen. Herkesi böyle hor görmesen. Dinlemedin. Nedir istediğin? Yanıt vermedin. Zaman geçti. Onun sesine kendi sesin karıştı. Konuşan kim ayırt edemez oldun. Başka sesler de girdi araya. Tanıdığın sesler, içinden yükselenler, baslar, baritonlar, soprano bir kız arkadaş. Yarım yamalak duygudaşlıklar. Sünen, tavsayan sohbetler. Hep huzursuzsun Süreyya. Nedir istediğin? Ne güldürür yüzünü? Oysa sen ara sıra da olsa gülümsediğini düşünürdün. Keyiflendiğin, yaşamdan zevk almaya gayret ettiğin de olurdu. Hoş o anlar da geçmişte kaldı ya artık. Şimdilerde sadece bekliyor, oyalanıyorsun. Nedir istediğin Süreyya? Bugün bile bilmiyorsun.”
Kadınların kendi hayatlarında bile bir özne olmaktan mahrum halleri, çocuklar, eş, aile ve daha pek çok etmen arasında oyalanan zamanlarının acısı yaşla beraber çıkıyor olmalı ki Süreyya da yüz çizgilerindeki değişimleri sadece kırışıklık olarak adlandıramamış.
“Senelerce kaş çatmaktan, belki ümitsizlik, belki mutsuzluk, belki bıkkınlıktan alnı, göz kenarları, iki kaşının arası derin yarıklarla binbir parçaya bölünmüş yüzlere. Ciddi görünme telaşından, evi idare etme endişesinden, çocukların yükünden, gerçekleşmeyen hayallerden, ne istediğini bilmemekten, bildiğini sandıklarının yarattığı hayal kırıklığından, kandırılmış olmaktan ve bu kadar kolay kanmış olmaktan ama en çok susmaktan, iki yanağı aşağı doğru sarkmış, dudakları yerçekimine yenilip yere düşmüş çehrelere bakardın.”
Nil Sakman bilinç akışını ustalıkla kullanmış, bir anda Süreyya olarak romanı okurken, bir anda Süreyya Hanım olarak kendine seslenişini okuyorsunuz ve bu durum romanın bütünlüğü içerisinde hiç yadırganmıyor. Kullandığı ustalıklı dille birlikte, sıradan bir romanda aranacak olay örgüsü yine bilinç akışı ile yok edilmiş, özellikle sonlara doğru Süreyya’nın hastalığı, kendinden bir şeyler bulduğu Selhan Hanım’ın kabrini arayışı, Vuslat Bey ile yüzleşmesinde bunu apaçık görmek mümkün.
“Sana mücadele sanatını anlatayım Selhan Hanım. Ne olur, bir de benden dinle. Etrafına bak. Şu dünya denen ağır, hantal makineyi gözle. Bak nasıl da yavaş dönüyor. İçinde barındırdığı onca şeyi kaydetmesi zaman alıyor. Değişikliklerden sağ gösterip sol vuranlardan, sağı solu belli olmayanlardan hoşlanmıyor. Sana mücadele sanatını anlatayım. Anımsamana yardımcı olayım. Mücadele, güne karşıdır. Mücadele, her gün aynı yoldan yürümeme sanatıdır. Dünya tanıkları sevmez. Yaşa git ister. Kayıt tutanlar ise kanlısıdır. Sen bilirdin bunları. Ne oldu da boşladın? Ne oldu da unuttun? Ne oldu da kendini günün zamanına bağladın? Ne oldu da affedemedin kendini? Ne oldu da kendi yıkımını hazırladın? Gülümsüyorsun. Ölmek istemiştim, öldüm, diyorsun. Hem gafil avlanmak için sabırsızlandım hem de böyle yakardım. Duyan oldu mu sanıyorsun? Bu bir tarafa, inanıyorum sana.”
Yalnızlığın romanı Süreyya; bir ailesi varken, bir çocukken, kardeşi olmasına rağmen, onun kaderi yalnızlık. Yurdunu da kadın olmaya dair kendisine sunulan, ondan beklenilenleri benimsemiyor, öyle ki bu onun için bir mücadele hâline geliyor. Ruhların cinsiyetini sorgularken, kendine ait gerçekleri ararken ve yaşadıklarını temize çekerken hep bunun yansımasını görüyoruz satırlarında. Kadınların yazdığı romanların kadın romanı diye adlandırıldığı ve ayrıştırıldığı bu dönemde Nil Sakman’ın kalemiyle -henüz yapmadıysanız eğer- mutlaka tanışmanız gerekiyor.
- Süreyya – Nil Sakman
- İthaki Yayınları
- 160 sayfa