Kendimi bu aralar çok sık bazı sorular üzerine düşünürken yakalıyorum. Bir senedir üzerinde çalıştığım, yeni yeni bitirdiğim metne odaklanırken, kaynak araştırırken, döneme dair şeyleri izlerken, alakalı romanları, araştırmaları okurken, bu sorular her seferinde farklı cevaplarla yanıtlandı zihnimde. Yazmak pek çok çabayı bir araya getirmeyi gerektiren bir eylem. Okumak da öyle. Yazarken neyi nasıl yapmalıyım, kimi ne şekilde anlatmalıyım diye düşünürken, daha evvel yazılmış metinleri okuduğunuzda gördükleriniz, hissettikleriniz size yeni yollar gösterirken, ben nasıl altından kalkacağım, nasıl aktaracağım sorularıyla boğuşur durursunuz.
Peki, nedir bu sorular: Okuduğumuz bir kitaptan, bir romandan neyi bekleriz? Yazdığımız bir metinle okuyucuya neyi göstermek isteriz? Bunlar yeni sorulara zemin hazırlayan esas noktalar. Herkes bu sorulardan kendine has yeni sorular doğurabilir. Ben sorular doğurmayı seviyorum. Her şey biraz da sormakla başlıyor galiba. Kediyi ve okuru ve yazarı merak itiyor. Başına ne geleceğini düşünmeden hareket ediyor. Belki de işin güzel tarafı bu: Biraz da bilinmeyeni hevesle aramak değil midir okumak ve yazmak?
Başak Baysallı’yla tanışmamız da böyleydi. Sevgili Murat Çelik vesile olmuştu, Fresko Apartmanı’nı okumamı sağlamıştı. Kitabı okuduktan sonra merak ettiğim sorular olmuştu ama kendisine ulaşabileceğim bir iletişim adresi yoktu elimde. Twitter’da kitabı oradaki insanlara iyi niyetle önerdim. Hayat işte, bir şeklide yollar kesişiyor. Başak bana maille ulaştı. Kitabı üzerine yazışmalarımız, sohbetlerimiz oldu. Edebiyat, okumak ve yazmak bize çok güzel arkadaşlar, dostlar kazandırmaz mı zaten? Ben benden uzaklarda, hem zamansal hem de mekânsal uzaklıklarda bir sürü güzel dost edindiğimi hissederim okurken. Bir romanın karakteri de olabilir, mezarında sessiz sakin uzanmış ve unutulduğunu düşünerek uyumakta olan yüzyıl öncesine ait bir yazar da olabilir bu dost. Bazısı da gerçekten günümüzdedir, konuşma, tanışma, sohbet etme imkanına eriştiğiniz bir arkadaşınız olur. Ne güzel şey okumak, ne büyük sürprizlerle dolu. Düşündükçe şaşırıyorum. Ne şanslıyız. Bunun yeterince farkında değiliz.
Fresko üzerine konuşurken, devamına dair bir şeyler yazmayı düşündüğünü görünce çok sevinmiştim. Sarkaç, Fresko Apartmanı’nın her birini ayrı ayrı sevdiğim karakterlerinin hikâyesini okuduğumuz, gördüğümüz, hissettiğimiz, yaşadığımız devam romanı. Devam dediğime bakmayın: Sonrasını değil de öncesini anlatan bir kitap. Bizleri 2000’lerden alıp 1940’lı yılların Beyoğlu, Galata, Adalar, Kuzguncuk’una götüren uzun metraj film gibi. Bu bir benzetme değil, ciddi manada bir filmin içerisindeymiş gibi hissedebileceğinizi düşünüyorum. Başak Baysallı metnini öyle detaylar ve gerçeklerle süslemiş ki, elinizde bir kamera varmışçasına insanlar, sahneler ve mekanlar arasında dolanıyorsunuz. Beyoğlu’nda İstiklal’de, Galata’nın ara sokaklarında, Tomtom Kaptan Sokak’ta, Kuzguncuk’ta, çiçek kokularını kokladığınız yaz aylarının görülmeye değer güzelliğini resmederken Adalar’da… Rumeli Han’ın dükkanları arasında Eleni, Kirkor, Matilda, Avram ve diğer çocuklarla koştururken Rebul kolonyasının kokusu burnunuza geliyor. Mustafa Efendi’nin limonatasını merak ediyorsunuz, Madam Bonnet’nin hazırladığı sandviçleri yemek istiyorsunuz. İgal Moreno’ya poz verirken Ara Güler işin inceliklerini ustasından öğrenmek için kadraja yaklaşıyor. Rumeli Han’ın her bir katının pencerelerinin ayrı ayrı bir üslupla tasarlandığını orada olmasanız bile görüyorsunuz. Galata’dan kalkan vapurlara binip o mutlu mesut yaşamakta olan insanların hayatlarını onlardan biriymişçesine beraber seyrediyorsunuz. Sanki oradaymış gibi. Sanki dünmüş ve hiç uzakta değilmiş gibi.
Biraz gevezelik ettiğimin farkındayım. Ama okuduktan sonra az bile söylediğimi fark edeceksiniz. Devam edebilirim. Çünkü 556 sayfa boyunca okumadım, anlatıyı yaşadım. Henüz kitabın ne anlattığına bile gelemedim, baksanıza!
Okurken Başak’a dedim ki “Kitap uzun ama okurken öyle kısa ki…” Bu iyi bir şey. Bu bence çok iyi bir şey.
Sarkaç, 2003 yılının Kasım ayında gerçekleştirilen sinagog saldırıları sonrası Fresko Apartmanı’nda açılıyor. Eleni saldırılar sonrası geçmişte yaşadıkları ve günümüzde yaşadıkları şeyleri gördükçe hiçbir şeyin geçmediğini, hiçbir yararın iyileşmediğini görüyor. Ve saldırılarda ölenlerin cenazelerine gitmeye karar veriyor. Bu kararı onu birçok yolculuğa birden çıkartıyor: Hem kendi kişisel yaşanmışlıklar tarihine bir yolculuk hem de güzel ülkemin onu kendinden, canından çok seven insanlarına neleri reva gördüğüne dair bir yolculuk. Biz de Eleni ve Kirkor’un dizlerinin dibine çöküyoruz ve üzgün, yılgın ve yaşlı bir kedi gibi o yolculuğa eşlik ediyoruz. Uzun uzun dalmaların, sessiz sessiz acı çekmelerin, kaybedilen babaları, yitirilen aşkları, çekilen acıları hatırlamanın, iyileşmemenin, unutmamanın, ne olursa olsun, ne acılar yaşanırsa yaşansın kendi vatanından nefret etmemenin romanı Sarkaç.
1940’te okulların tatil olduğu bir yaz günü. Cihan harbi başlamış, Avrupa diktatörlerin çılgınlıklarıyla acı içerisinde. İsmet Paşa ülkeyi savaşa sokmadan bu krizden, savaştan kurtulmanın arayışında. Herkes mutlu. Herkes tedirgin. Kimse ne olacağını bilmiyor. Kimse kendisini neyin beklediğini kestiremiyor. Kulaktan kulağa yayılan haberler, alınacak önlemlerin, Saracoğlu hükumetinin para arayışlarına dair önü kesilmeyen söylentiler. Herkes işinde gücünde ama sıkıntı gelip yerleşim bir kere. Herkes bir şeyler olacağını kestiriyor.
Önce gayrimüslimlerin nafia askerliğine alınması. Sultanahmet meydanına kurulan kafesler. Dağılan aileler. Karda kışta, bozkırın soğuğunda ve karanlığında amaçsızca yapılan, geçmek bilmeyen günlerin, gecelerin, yalnızlığın ortasında kaybolup giden, yitirilen hayatlar. Bir yanda acı çeken, dağılan aileler, bir yanda yapılanlara hak veren, az bile yaptılar diyen insanlar.
Hayatta kalmayı başaranların dönüşlerini sevinçle karşılayan geride kalanlar, sonrasında başlarına gelecekleri bilebilseydi, ne yaparlardı, diye düşünmeden edemiyorum. Levon sadece kırık bir dizle dönmemişti. Stelyo sadece ciğerlerini hasta etmemişti. Kırılan umutlarıydı, bu vatana güvenleriydi. Hastalanan inançlarıydı, geçmek bilmeyecek, on yıllar sürecek bir hastalıktı. Sürekli tekrarlayacak ve her seferinde daha çok sarsacaktı.
Sonrasında azınlıkları ezim ezim ezen, Varlık Vergisi. Üç kuruş paraya elden çıkan koskoca geçmişler. Ödenemeyen, ödenemeyecek, hiçbir zaman ödenmesi mümkün olmayacak bir borçluluk yıkmıştı devlet o insanlara. Aşkale’de, hiçliğin ortasında kaybolacaktı tüm hevesleri, ümitleri. Halbuki 1940 o kadar uzakta değildi. Beraber yenilen yemeklerin, gidilen Ada tatillerinin, söylenen şarkıların, derlenen çiçeklerin, gölgesi henüz üzerlerindeyken… Nereden bilebilirlerdi. İnsan devletinden böyle bir ayrımcılık umar mıydı?
Aç gözlü komşuların güle oynaya eşyalara, elbiselere, yok paraya mallara, mülklere, evlere konmaları. Dayanamayıp intihar edenler. Hiçbir zaman eskisi gibi hissedemeyecek, ısınamayacak yürekler…
Cenazeler, hastalıklar, tek göz odada yaşamaya mecbur bırakılan çocuklar. Ne olursa olsun ülkesinden nefret etmemesi için çocuklarına, eşlerine ne olduğunu, neler yaşadıklarını anlatmayan sürgün insanlar.
“…Özellikle bunlar Kirkor’un kulağına gider diye korkuyorum. Vatanından nefret ederek büyümesin, en büyük temennim bu Yasef. Çocuklarımız doğdukları ülkeyi severek büyüsünler…”
Başak Baysallı, adım adım geçmiş ve günümüz arasında kurduğu dünyayla beraber, yerinden yurdundan edilen o insanların acılarının hâlâ taze ve geçmemiş, geçmeyecek olduğunu hüzünlü bir tonda sıcacık bir hikâye ile anlatıyor bizlere. Maharetli dil işçiliği, her detayını sayfalarca araştırdığını gösteren detaylarıyla devasa bir dönem romanı sunuyor bizlere. Kör olduğumuz, sağır olduğumuz, acılarını görmekten kendimizi sakındığımız yanı başımızdaki insanların acılarını ve yaşadıklarını bizlere anlatıyor.
Bir yandan da dönemin kültür ve sanat hayatına dair bir çerçeveyi de bizlere sunmaktan geri kalmıyor sevgili Başak. Kitabından kimler geçiyor kimler: Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Ara Güler, Adalet Cimcoz, Fikret Otyam, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necip Fazıl Kısakürek… Hüseyin Rahmi, Yaşar Kemal, Sait Faik… Onların yaşantılarını, sosyal çevrelerini ve yazdıkları üzerinden bizi o günlere taşıyor; adeta tadına doyum olmayan bir sohbetin ortasına bizi yerleştiriyor.
Kitaba dair yaptığı hazırlıklara, bir roman yazarken yaşadıklarına dair de konuşma imkânımız olmuştu Başak Baysallı’yla. Hazırladığım podcast serisi Yazı Hariç’in ilgili bölümünü meraklıları için buraya bırakayım.
Sarkaç, unutmakla hatırlamak arasında salınan, yaşadıklarını hiçbir zaman unutamayan bu ülkenin güzel insanlarının hikâyesi. İyi niyetle öneririm efendim.
- Sarkaç – Başak Baysallı
- Everest Yayınları – Roman
- 556 sayfa