Aram Karaoğlanyan, tüm dünyanın bildiği ismiyle William Saroyan, henüz o ufacık bir çocukken Bitlis’ten Amerika’ya göç etmiş bir ailenin üyesi. Her ne kadar farklı bir kültürün içinde yetişmiş olsa da, eserlerinde bu toprakların izlerine sıklıkla rastlamakta zorlanmayacağımız bir yazar olan William Saroyan’ın Kimi Yoksul İnsanlar isimli öyküsünü sizlerle paylaşıyoruz.
Keyifli okumalar.
Kimi Yoksul İnsanlar
Bir yaz iki ay kadar bir bakkal dükkanında çalıştım. Öğle üzeri dörtten gece yarısına kadar çalışıyordum, ama saat sekizden sonra pek öyle iş olmuyordu; camdan dışarı bakmaktan, dükkanda dolaşıp onu bunu düzeltmekten başka bir şey yaptığım yoktu. Yoksul kimselerin oturduğu Grove Street’de küçük bir dükkandı. Hep ilgi çekici, parasız insanlar gelirdi alışverişe.
Küçük çocukları saymazsak, yalnızca ikisi üçü bir şeyler aşırmadan giderdi. Ötekilerin aşağı yukarı hepsi satın aldıklarından çok aşırırlardı. Ama gerçekten gereksinimleri olduğundan, alacak para da bulamadıklarından yaparlardı bu işi. Arkam dönükken bir paket çiklet atıverirlerdi ceplerine, ya da küçük bir çörek, ya da bir kutu domates salçası. Bilirdim, hemen anlardım, ama kimseye bir şey söylemezdim. Hep iyi insanlardı, yoksuldular yalnızca.
Ağustos ayında bir gün, hiç unutmam, bir kadın, bir lady elbisesinin içine bir kavun sokuvermişti. Hayatımda gördüğüm en acıklı sahnelerden biriydi bu. Elli yaşında bir kadındı, belki de daha fazla. Elbisesinin altına bir şey saklamış olduğu açıkça belliydi; anlaşılan içindeki kavun isteği karşı koyulabilecek gibi değildi. O akşam hiçbir şey satın almadı. Hiç parası kalmamıştı herhalde. Dükkanda beş dakika kadar oyalandı, bir sürü şeyin fiyatını sordu, kayısıların, şeftalilerin, incirlerin tadına baktı. İncirleri düzinesi on sentten sattığımızı söylüyor, çok güzel mal diyordum, o hemen atılıyordu: İyi, görünüşleri iyi ama, belli olmaz, iyi mi acaba gerçekten? Ben de o zaman bir tane alıp tadına bakmasını söylüyordum. Bir an duralıyor, sonra en irilerinden birini seçip alıyor, soyuyor, yavaşça ısırıp düşünceli düşünceli yiyor, tadını almaya çalışıyordu. Ne olursa olsun, tam bir lady idi. Ö alımlı halinin yanı sıra azıcık da parası olsa, bir bakkal dükkanına girince bütün ilgiyi üstüne toplayabilirdi, ama görünüşe bakılırsa hiçbir zaman parası olmuyordu. Ağırbaşlılığını yitirmeden kavunu aşırışı insanı şaşkına çevirecek kadar güzeldi.
Dükkana gelip de bir şey çalmayan iki üç kişiden biri Casal adlı ufak tefek bir İspanyol’du. Kimin çaldığını, kimin çalmadığım bilmek gerekiyordu. Casal o koca kafalı, üzgün bakışlı ufak tefek insanlardandı, hani o hemen göze çarpan, merak uyandıran insanlardan. Dükkana aşağı yukarı her gece onda gelir, yarım saat kadar oturup konuşurdu. Gürültüsüz, ciddi, ağırbaşlıydı. On bir yaşındaki bir çocuktan büyük görünmeyen kırk altı kilo ağırlığında bir insanın ağırbaşlı olabilmesi pek o kadar kolay bir iş değildir.
Casal’a karşı hep büyük bir saygı duyardım. Hiçbir şey bilmezdi. On yılda bu kere olsun eline bir gazete alıp da okumuş olduğunu sanmıyorum. Hiçbir şey üzerine belli bir düşüncesi, hiçbir şeyden şikayeti yoktu. Yalnızca yeryüzünde kırk sekiz yıl canlı kalmayı başarmış minik bir adamdı. Yavaş yavaş onun neden böyle ağırbaşlı, hiçbir şeyden şikayet etmeyen bir insan olduğunu anladım.
Babaydı da ondan. On altı yaşında bir oğlu vardı. 1.80 boyunda, çok yakışıklı bir çocuktu bu. Casal’ın oğluydu gerçekten; buna hiç şüphe yok. Kafası tıpkı babasının kafasıydı. Casal öyle bir oğlu olduğu için çok gururlanırdı; hayata bağlılığı da bu yüzdendi. Bir akşam şöyle dedi: Oğlumu tanıyorsun, değil mi? Çok iyi çocuktur. İriyarı, güzel. Biliyor musun? Her gece işten eve döndüğüm zaman oğlum, Haydi baba, diyor, çık omuzuma. Beni omuzuna alıp evin içinde bir dolaştırıyor. Sonra oturup yemek yiyoruz. Ne anlam verebilir insan buna? Ufacık bir baba, kocaman bir oğul, çocuk babasını omuzunda taşıyor? Düşünülecek şey, bence.
Başka bir gece Casal şöyle dedi: Bak, söyleyeyim sana neden benim oğlum bu kadar iyi bir çocuk. Annesi onu doğururken öldü, işte o yüzden. Hiç görmedi annesini. Hep yalnızdı. Bebekken bile. Öğleleri ona bakmak için eve giderdim. Bazen ağlar bulurdum. Bazen ağlamasını bitirmiş olur, öylece yatar, beklerdi. Daha bebekliğinde vazgeçti ağlamaktan. Anladı hayatın ne olduğunu. Hele iki yaşına geldikten sonra kendini de, beni de hiç üzmedi. Nasıl büyüdüğünü görmeliydin! Seviyor musun onu?
Bence, çok iyi bir çocuk, dedim.
Bak, söyleyeyim, dedi Casal. Biliyor musun? Benim işten çıkmamı istiyor… Artık o çalışıp bana bakacakmış. Ben yeterince çalışmışım, öyle diyor. Makineden anlar. Bir tamirhanede ustalık edebilir. Biliyor musun ne dedim ona? Olmaz, dedim. Joe, dedim, sen okula gideceksin. Neye el atsa başarıyor. Çok iyi çocuk. Sonuna kadar okutacağım. Okumakhakkı. Hem onun için çalışmak hoşuma gidiyor benim. ,
Elbette gider, dedim.
Casal orada çalıştığım kadar dükkana gelen insanların en iyilerinden biriydi.
Bir de küçük, kırmızı saçlı bir kız vardı, on iki yaşlarında bir şey, o da çok iyi insandı. Adı Maggie’ydi. Çok güçlü bir kızdı; yoksul çocukları arasında vardır öyleleri; üstelik de yeryüzünün en tatlı kahkahalarını atardı.
Dükkana gelir, gökten inme, birdenbire kahkahaları basardı; ne bir başlangıç, ne bir açıklama, ne de başka bir şey. İçeri girer, başlardı gülmeye. Çok hoşuma giderdi neşesi, ama ona belli etmezdim. Bir zaman daha gülerdi öyle.
Eee, derdim. Ne istiyorsun bakalım?
Sen bil, derdi.
Kahkahalar.
Bir kilo ekmek?
Ekmek! derdi.
Eee, ne istiyorsun öyleyse?
Gözünün ucuyla bir bakış.
Ne var ki?
Böyle bir kimseye başka ne denebilir, ne yapılır, bir şeftali atardım, yakalayıp ince tavırlarla yerdi. Yapmacık tavırlar tabii, küçük parmağı havada.
Ginger Rogers’e benziyormuşum, öyle diyorlar, derdi.
Yalan söylüyorlar.
Benziyorum, derdi. Sen de biliyorsun benzediğimi. Sever misin onu?
Güzeldir, derdim.
Ben tıpkı ona benziyorum, derdi.
On iki yaşında.
Memleket dolu öyleleriyle, onlar için üzülmek boşuna. Hepsi büyük bir filmin oyuncuları.
Bir başkası da küçük bir oğlan çocuktu; hiç parası olmazdı onun, hep bakmaya gelirdi. Dört yaşında kadardı. Ben ona Callaghan derdim. Yamandı. Tam bir saat şekerlerin karşısında durup bakar, tek kelime söylemezdi, belki kendi kendine konuşurdu içinden, onu bilmem. Kimi görmez, çarpardı ona, ama o yerinden bir adım bile kımıldamaz, gözlerini şekerlerden ayırmazdı.
Bir akşam o kavunu aşıran kadın onun kafasını okşadı.
Oğlunuz mu? dedi.
Evet, dedim.
Tatlı çocuk, dedi. Size benziyor. İncirler kaça bugün?
Düzinesi on sent, dedim.
İyi mi acaba gerçekten?
Evet, çok güzel. Beş dakika önce yedim bir tane ben. Buyrun, bir tadına bakın siz de.
Baktı, arkasından bir şeftalinin, bir kayısının da tadına baktı.
O gece de hiçbir şey satın almadı. On dakika kadar kaldı; anladığıma göre, ertesi gün ödemek üzere yirmi beş sent borç isteyecekti, ama bir türlü cesaret edemedi. Sonunda şöyle dedi: Ne mutlu bize ki California’da yaşıyoruz, değil mi?
Ben California’dan başka bir yeri bilmem, dedim. Bu kentten dışarı çıkmadım hiç. Öbür kentler başka türlü mü?
Ah, korkunç, dedi. Öyle yerler vardır ki yazın nefes bile alınmaz. Chicago. Bir de buraya bakın, ne güzel.
Açık kapının önünde duruyordu, kolunu gererek gökyüzüne doğru uzattı.
Hava o kadar güzel ki burada, dedi.
O gidince Callaghan’ı çağırdım. Hemen geldi.
Bir uzun şeker ister misin, yeşillerden?
Ses yok.
İsterdi elbette, ama söylemiyordu.
Gel, hangisinden istersen al, dedim.
Şekerlerin durduğu camın arkasına geldi, ama elini uzatmadı hiçbirine.
Ne istersen al, dedim.
Kararsızlığını belirten gözlerle bana bir baktı.
Tabii, dedim. Ne istersen alabilirsin.
İnanamıyordu, azıcık da korkmuştu.
Haydi, al, dedim.
Uzanıp yeşil şekerlerden birini aldı.
Başka, dedim. Haydi, al.
Yeşil şekeri bırakıp yuvarlaklardan aldı.
Hayır, dedim. Bırakma. Onu da al, onu da.
Sonunda dört çeşit şeker aldı, ama onları aldırana kadar benim epeyce konuşmam gerekti.
Haydi, Callaghan, dedim. Şimdi eve git, güzel güzel ye bunları. Al götür hepsini.
Tek kelime söylemeden çıktı gitti, ama giderken şaşkınlığı daha geçmemişti.
Ertesi gün geldiğinde çok yavaş bir sesle şöyle dedi: En iyisi uzun yeşil şekermiş.
Öyleyse, dedim, bir tane de ben yiyeyim onlardan.
Bir şeker ona verdim, bir şeker de kendim aldım, karşılıklı yedik.
Yalnızca iki ay sürdü ama, iyi bir işti. Bir şeyler yemek ya da gevezelik etmek için oraya gelen o iyi, gülünç, acıklı, küçük, yoksul insanları seviyordum.