Yüksek lisans sırası rutin okumaların dışına çıktığımız zamanlarda bir taraftan alana dair okumalar yapıyordum bir taraftan da yabancı dilimi geliştirmek için akademik metinler okumaya çalışıyordum. Yüksek lisansa kabul alan her öğrencinin hayalini kurduğu o büyük yanılsama bize de göründü: Akademide olmak… Bu sebeple elime geçen her metni garip bir endişe halinde okuyordum. Devlet teorileri, sınıf analizleri, yapısalcı felsefenin çöküşü, post yapısalcılar, yeni inşacı teoriler …
O dönemlerde benzer okumalar yaptığım sırada farklı bir metne denk geldim. Kıymetli dostum Çağdaş Hecebil’in tavsiye ettiği bir makale : The Precariat – The New Dangerous Class. O zamana kadar adını hiç duymadığım İngiltereli bir akademisyen olan Guy Standing’in makalesi idi bu. Makale anlaşılması zor dilinin yanı sıra, terminolojik olarak da zorlayıcıyı bir makaleydi. Okuma mücadelesi, yirmi – yirmi beş sayfayla sınırlı olan bir okuma olmanın ötesine geçemedi. Ancak yine de kendine tabii kılan bir yönü vardı. Sanıyorum bu tabiiyet Marx’ın meşhur ifadesinde karşılık buluyordu: “De te fabula narratur!” Bir diğer sebep, sınıfa dair yeni bir şeyler söylemesi itibariyle hem cezbedici hem de tartışmalarda rakibi amorf edecek harika bir fırsat sunuyor olmasıydı, bu boyutuyla da mükemmel bir argüman sağlıyordu Prekarya. Ve Tanıl Bora… 2014 yılında editörlüğünü üstlendiği bir kitabı daha bizimle buluşturdu. Tıpkı kazandırdığı onlarca eser gibi bu da su götürmez bir açıklıkta her sosyal bilimcinin içinde çok şey bulacağı mükemmel bir çalışmaydı.
Prekarya, zombi ve Mor ve Ötesi… Yeni işçi sınıfı, müzik grubu ve yaşayan bir ölü… Bu üç farklı karakteri aynı metinde bir arada nasıl bir ilişkisellik temelinde kurgulayabilirsiniz? O halde köprüleri hemen kuralım. Her durum, edim, performatif kendi içerisinde, belirli bir ilişkisellik boyutunda anlam kazanır. Özellikle sanat formu içerimlerinin yer aldığı alanlarda kurulan ilişkisellik, çok yönlü oluşu ve farklı anlam güzergâhlarından süzülen kanaatlerden beslenmesi itibariyle çok daha spekülatif bir hal alabilir. Bu minvalde benim kurduğum ilişkisellik tamamıyla öznel bir çıkarım olarak, iddiası kendinde saklı, farklı bir önerme rejimine denk düşüyor. Yazının başlığına konu ettiğim anatomiyi, bu güzergâhta, özel olarak mor ve ötesi’nin Şirket klibi üzerinden kurmaya çalışacağım. Daha doğru bir ifadeyle, Şirket klibinin, Guy Standing’in sınıf portresinde zombileşen – Onur Kartal’ın Yaşayan Ölüler kitabındaki sınıf tartışması ile – prekaryayı açıklamadaki başarısının hakkını teslim edeceğim.
Yukarıda değinilen farklı karakteri bir araya getirme çabası, sosyal bilim pratiğinin icrasında çokça üzerinden atlanan önemli bir yanılsamaya işaret ediyor: Bilme ve bulma arasındaki gerilime… Bilmenin bizatihi bir çaba olarak bulmayı göz ardı etmesi, tanımlar ve tasnifler üzerinden kümülatif bir çabanın hakim bir anlayış haline bürünmesi kanımca en büyük handikaplardan birisi. Dolayısıyla sosyal olanla bizi buluşturan eyleyicinin her şeyi bilme konusundaki yetkinliğinin, durumlar arasındaki ilişkiselliği inşa edemediği durumlarda çok da önemli olmadığı aşikârdır. Kavramların bir başlarına varlığı, işe koşulmadıkları durumda önemsizdir. Kavram, ezberlenilmesi elzem mekanik bir yapı değil, olaylar, durumlar, nesneler ve özneler arasında ilişkiler kurmaya sağlayacak bir açıklama pratiğidir. Bu sebeple bana göre iyi bir sosyal bilim yapma pratiği, bilmeden ziyade ilişkisellik içerisinde bir bulma çabasıdır. Konuyu daha fazla uzatmadan bu tanımlar üzerinden nasıl bir ortalık ilişkisi kurduğumu açıklamaya koyulayım.
………
Çevresinden izole, adının hakkını sonuna kadar veren gökdelenden plazalar, şirketler… Sürekli aynı işi yapan ve yaptığı iş üzerinde herhangi bir hükmü olmayan, emeğine, kendine yabancı şirket çalışanları… Kendi olmaklığı ve olmamaklığı arasında sıkışıp kaybolmuş bir benlik arayışı… Topraklarında güneş batmayan imparatorluktan miras, gecesinden koparılmış gündüzün, çalışanın üzerinde hiç batmadığı bir güneş: florasan imparatorluğu…
Mor ve Ötesi’nin Şirket klibinde bu ögelerin hemen hepsinin sahneye konduğu kusursuz bir betimleme Gürcan Keltek yönetiminde sahnelenmiş: Bazen masa başında, bazen de ayakta çalışmaktan bitap düşmüş, düştüğü yere yığılıp kalmış bedenler… Uykusundan uyanır uyanmaz görevinin gereklerini yerine getiren katı iş disiplini. Makineleşmiş zihinler, sorgusuz sualsiz çalışan modern zamanların plantasyon çalışanları… Önüne ucuz tabldot tabağında çürümüş ve kurtlanmış yiyecek konan iyi giyinimli beyaz yakalılar… Buna rağmen devam eden iş hayatı… Açık bilgisayarlar, kağıt kırpma makineleri, telefonları cevaplayan sekreter, fotokopi makinesinde çalışan kadın… Ve tüm bunların karşılığında zombileşmiş bedenler, benlikler… Mor ve Ötesi’nin Şirket klibinden kusursuz bir anlatı…
………….
Onur Kartal’ın Yaşayan Ölüler kitabında anlattığı zombileşme süreci, Şirket’in klibindeki anlatı derinliğiyle birçok noktada örtüşüyor. Kitap, zombileşme formunu yalnızca sınıfsal boyutuyla değil, aynı zamanda toplumsal iktidar mekanizmalarıyla örülmüş bir dışlanma pratiği biçiminde (2019,s.33) ele alsa da, bana göre Şirket klibi özelindeki ilişkisellik, prekaryanın durumunu göstermesi bakımından oldukça önemli bir yer teşkil ediyor. Dolayısıyla bu ilişkisellik zombi karakterinin Şirket’in ortaya koyduğu sınıfsal karakteriyle bir bağ kurma konusunda daha fazla imkân tanıyor.
Biyopolitik rejimin beyaz perdedeki zombi figürleri üzerinden tahlilinin yapıldığı bir eser olan Yaşayan Ölüler, felsefi tartışmalar üzerinde inşa edilmiş bir analiz olması itibariyle toplumsal gerçekliğin sinemadaki yansımalarını hiç olmadığı kadar etkileyici bir biçimde ortaya koyuyor. Kitabın Zombiliğin etimolojisi üzerinden yaptığı tanımlamada (Karayiplerdeki Vudu inancında ölü bir insanın ruhu anlamına gelen) bu sözcüğün Haiti’deki sömürgeciliğin bağlamından kopmayacak şekilde ticari kölelik ve sömürünün bir tezahürü olarak modern dünya ile bir şekilde ilişkisi sürmektedir. Eserde Roger Luckhurst’tan yapılan bir alıntıya göre Zombi, bu bölgedeki sistematik şiddeti, el konan emeği, ayaklanmaları ve devrimi çağrıştırır (2019,s.20).

– İthaki Yayınları, 215 sayfa
Eserde Zombi figürünün sunumuna ilişkin sınıfsal boyutta yapılan tanımlamalar dikkat çekicidir. Buna göre Amerikalı kâşif William Seabrook, zombiliği sömürü ve sömürge koşulları ışığında betimler. Onun eserinde zombi hem beyaza karşı siyahın hem de patrona karşı işçinin pozisyonunu ifade eder. (2019,s.21) Seabrook’un eserinden beyaz perdeye yansıtılan White Zombie, her ne kadar beyaz perdeye farklı bir boyutuyla yansıtılsa da sömürge koşullarını ölü bedenlerle ifade etmede önemli noktaları işaret ediyor. Filmde adı geçen Legendre karakteri, insan bedenleri ele geçirip üretime sokan patron imgesini sembolize etmektedir. Zombileştirme süreci, bilinçsizleştirme, otomatlaştırma ve her türlü emre amade itaatkâr bedenler yaratma süreci olarak egemenin tabi kılma pratiğidir. Bu pratiğin mimarı da Legendre karakteridir. (2019,s.28) Kanımca bu noktada Şirket’te yukarıda bahsedilen şuursuzluğun, çalışan zombileşmiş bedenlerin bilişsel süreçlerinin inşasıyla ilgili bağlantı kurulabilir.
Bir başka noktada Yaşayan Ölüler’de, zombiliğin, prekaryanın da önemli bir özelliği olması itibariyle, Marksist yabancılaşma teorisi ışığında ele alınabileceği bir nokta işaret edilmektedir. Buna göre zombiler canavar değil, kurumsallaşmış bir sömürge tahakkümü altında sessizliğin, kurbanlığın, toplumsal haklardan mahrum bırakılmışlığın, maruz kalınan sonsuz zulmün bileşimidirler (2019,s.29) Bu tanım, çalışma formunun içerimleri itibariyle prekaryayı oldukça net bir biçimde tanımlayan, şirket klibiyle de görsel formda birebir örtüşen mükemmel bir tasniftir.
Sınıfsal tartışmaların temel omurgasının Mark Neocleous’un zombilik tasnifi üzerinden yapıldığı birinci bölümde zombiliğin sınıf ve sermaye ilişkisi üzerine oturduğu iskelet, metnimizin temel hareket noktasıyla yakinen örtüşmektedir. Buna göre Zombi figürünün dehşetengiz karakteri, insani kapasitelerin meta formunda yeniden yoğrulmasında karşımıza çıkar. Bu noktada Neocleous, zombi figüründe sadece işçi figürünü değil, aslında bir bütün olarak sermayeyi buluruz, der (2019,s.33) Benzer bir ilişkiyi McNally de sınıf – sermaye ilişkisi üzerinde kurar. Ona göre zombi, akıl gerektirmeyen, emek için bedensel kapasite dışında insani kişiliğin tüm yönlerinden mahrum yaşayan ölüleri ya da kişilikle ilişkilendirdiğimiz tüm niteliklerden, hafıza, öz bilinç, kimlik ve temsilden yoksun yaşayan bir emekçi’yi ifade eder: yani Prekarya’yı.
Prekarya, yeni çalışma ilişkileri sonucu ortaya çıkan bir işçi sınıfını tanımlıyor. Bu tanım özellikle de ekonomi – politik bir ele alış biçimiyle adına küreselleşme süreci de denilen neo-liberal politikaların işlerlik kazandığı yeni çalışma ilişkilerine odaklanıyor. Sadece bir çalışma ilişkisi olarak da değil, ondan fazla bir yaşam pratiğine dönüşen prakarya, Richard Sennett’in, Karakter Aşınması kitabında, esnekleşme koşulları altında çalışanların yaşadıkları yıkımla da bire bir örtüşüyor. Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri kitabında Sennett, uzun vadeli taahhütleri bulunmayan açık bir ekonominin benlik ve öz kimliğe ne derecede zarar verebileceğini göstermiştir. Tüm bu ilişkisellik içerisinde, çalışan bir figür olarak işçinin esnekleşme ve sömürü koşulları altında kendini arayış hikayesi, dualist bir yansımada karşılığını bulur. Kendi içindeki yabancılık ve dışarıya karşı çürümüşlük…
Prekarya’nın, sınıfsal konumu kendi içinde bir sınıf olmaktan ziyade, henüz oluşum sürecindeki bir sınıf olması, farklı bir konumsal aidiyet ve dinamikler barındırmaktadır. Guy Standing, sınıf tartışmaları içindeki görece müphem bu durumu sınıfsal aidiyetlerin günümüzdeki çok katmanlılığı içindeki yeri dolayısıyla 21. yüzyılın küresel emek pazarındaki sınıf ilişkilerini yansıtan yeni bir dil kullanmanın zorunluğundan bahsediyor.(2014,s.21) Prekarya, Marksist terminoloji içinde her ne kadar lümpen proletaryaya denk düşse de bugünkü vargı noktası itibariyle, iş tanımları, esnek çalışma, güvencesizleştirme, emeği üzerinde söz sahibi olmayışları vb. itibariyle çoğu beyaz yakalının rutin iş pratiğinde karşılık bulabiliyor. Prekaryanın tehlikeli bir sınıf olarak genişlemekte olduğu iddiası da bu varsayıma dayanmaktadır.

– İletişim Yayınları, 318 sayfa
– Çeviri: Ergin Bulut
Peki, nasıl oluyor da tüm bu koşullara rağmen prekarya, kendi yabancılığı içerisinde değer yaratma çabası içerisine giriyor. Daha doğru bir ifadeyle bu koşullar altında çalışanlar, çalışma koşullarının getirdiği yanılsamadan vazgeçmeyerek nasıl oluyor da bedenlerini sonsuz üretim ilişkilerinin birer parçası haline getiriyorlar? Guy Standing bu noktada prekaryaya yönelik farklı veçhelerinden söz ederek, onların aynı işte çakılı kalmış, eski işçi sınıfı normlarını reddeden romantik bir özgür ruh ya da beyaz yakalı maaşlılardaki burjuva materyalizmini simgeleyen olumlu bir imgenin dikte edildiğini söylemektedir (2014,s.24.) Hegemonik bir yansımayla – daha doğrusu inşa ile – düşünüldüğünde cadı kazanlarının kendilerine kaynaması sonucunda çoğu çalışan, nesnel koşullar altında hızla prekaryalaştığını fark edemeyerek ve dolayısıyla buna karşı koyabilecek bir tavır sergileyemeyecek olması itibariyle de sürecin dalga dalga yayılmasına katkı sağlamaktadır. Kaçınılmaz son: zihinleri teslim alınmış beyaz yakalının prekaryalaşması.
Prekaryalılaşmanın bir başka yönü kurgusal bir mesleki hareketliliktir ki bunun post-modern veçhesi, birtakım unvanların havalı şekilde adlandırmasıyla kendini gösterir. Buna göre hiçbir yere gitmeyen ve geleceği olmayan bir işe cafcaflı bir ad verilir ve o işin güvencesiz tarafları gizlenmeye çalışılır. Bugün idare edecekleri bir ordu ya da ekip olmayan kişilere şef, üst düzey yönetici, yönetici memur, gibi unvanlar veriliyor. ABD’li bir meslek grubu (Uluslararası İdari Profesyoneller Derneği) beş yüzden fazla iş unvanını bünyesinde barındırdığını bildirmişti. Bunlar arasında ön-ofis koordinatörü, elektronik belge uzmanı, medya dağıtım görevlisi (gazete dağıtan kişi), geri dönüşüm görevlisi (çöp kutusunu boşaltan kişi) ve hijyen danışmanı (tuvaletleri temizleyen kişi) yer alıyor. (2014,s.37) Bu da – özellikle beyaz yaka – prekaryanın post-oligarşik unvan fetişizmi ile kurgusal bir hareketlilik çabasını ortaya koyan en önemli göstergelerden biridir.
Unvan fetişizmi, beyaz yakalılar için çok daha kötü çalışma koşullarına göz yummanın, performans sergilemek adına büyük bir avantaj olduğunu düşünen ve bu durumun da öne çıkmak için mükemmel bir fırsat yarattığına inanan sinizme dayalı yeni bir çalışma anlayışı ortaya koymuştur. Rekabetçilik ve yükselme çabasının iş ahlakı ve emek üzerindeki dönüşümü yukarıda adı geçen Richard Sennett’in çalışmasında çokça yer bulmuştur. Ancak Guy Standing’in de bahsettiği üzere – Düzleşmiş ve vasıfsızlaşmaya yüz tutmuş iş yapıları, unvan enflasyonuyla gizleyerek (2014,s.38) – cafcaflı unvanlar ücretlerde herhangi bir artış olmamasını maskeliyordu. Çalışan için hedef haline gelen şey gelir düzeyinde ya da mesleki iş tatmininde değil, unvan düzeyinde yükselmektir. Bu da koşulsuz şartsız bir rekabet kültürünü, kurucu bir unsur olarak çalışma ilişkileri içerisine yerleştirmiştir.
Tüm bu rekabet koşulları altında ve aynı zamanda çalışma süreçleri içerisinde prekarya, endişe halindedir. Guy Standing’e göre emek süreçlerinin esnekliği altında çalışanlar zihinsel olarak güvensiz ve stresli oldukları gibi ya eksik istihdam edilmiş durumdadırlar ya da gereğinden fazla iş yapmaktadırlar. Emeklerine yabancılaşmış ve kendilerini dışlanmış olarak hissetmektedirler. Bu sebeple hem net değiller hem de umutsuzdurlar. Sahip olduklarını kaybetmekten korkan sinirli tiplerdir. Ancak bu sinirlilik hali pasiftir, zira prekaryalaşmış zihin korkudan beslenir ve korkuyla motive olur (2014,s.42).
Neoliberal dönüşümün gölgesinde yaşanan yeniden yapılanma, sanayi emeğinin yerini başka bir çalışma türüne bıraktığı bir süreci de başlatmıştır. Buna göre yeni emek türü, maddi olmayan emektir. Özellikle de iki binli yılların başında zirveye tırmanan bilgisayar ve enformasyon devrimleriyle birlikte hâkim çalışma biçimleri kökten değişmiştir. Günümüz hâkim çalışma biçimi ise fiziksel nesneler yerine enformatif fikir, varoluş tarzı ve ilişki üretme eğilimindedir. Bu eğilim yeni bir çalışan sınıf olan kognitif bir proletarya (kognitarya) yaratmıştır. Bilgi endüstrisinin güvencesiz işlerinde çalışan, çoğu iyi eğitimli, yabancı dil bilen, beyaz yakalı kognitaryanın emek – piyasa içindeki konumu da prekaryik özellikler göstermektedir. Daha çok masa başı işlerde, zihinsel emeğin ön plana çıktığı bu çalışma biçimi günümüzün en yaygın çalışma formudur. Guy Standing’in de benzer bir biçimde atıf yaptığı bu duruma göre Prekaryalaşma eğilimi, Prekarya ile bağlantılı bir grup olarak giderek büyüyen çağrı merkezlerinde çalışanlar ordusudur. Her yerde karşımıza çıkan çağrı merkezi çalışanları, küreselleşmenin, elektronik hayatın ve yabancılaşmış emeğin sembolüdür. (2014,s.35). Ayrıca zamanı ve mekânı ortadan kaldıran, iş yerini gündelik yaşamın her aşamasına nüfuz edecek bir biçimde revize eden, sınırsız bir sömürü düzeninin sözüm ona işyerinde olmadan ve mesai saatlerine girmeden gelir elde ettiğine inanan zihinleri teslim alınmış yeni güvencesiz çalışanların her geçen gün prekarya koşullarını daha derinleştirdiğinden rahatlıkla bahsedebiliriz. Tıpkı zorunda olmaksızın zorunda hissettiren durumlara teslim olmak boyutuyla – ek gelir ya da ek iş gibi – sürekli bir eklemlenme fetişizmine dönüşmektedir.
Elbette bu minvalde şunu da vurgulamak gerekir. Bahsi geçen tüm zombileşme eylemlerinin yegâne sebebini iktisadi piyasa koşulları altında aramak yeterli değildir. Tarih boyunca ideolojiler, kimlikler, eğilimler, ırk, toplumsal cinsiyet, inanç (-sızlık), politik dışlama vb. koşullar altında da zombileştirilmiş bedenler inşa edilmiştir. Sembolik bir figür olması itibariyle zombi karakterinin çok yönlü bileşeni, ona hangi koşullar altında bu kimliğin inşa edildiğini gösteren belli bir açıklama rejiminin yapılmasını gerekli kılar. Benim yaklaşımım da bu noktada, çalışma ilişkilerinin temsili üzerinden hareketle Mor ve Ötesi’nin Büyük Düşler albümündeki Şirket şarkısına çekilmiş zombi çalışanlardan ilhamını aldı. Bunu da prekarya ve zombi ilişkiselliği içerisinde Guy Standing ve Onur Kartal’ın çalışmalarından yola çıkarak kurgulamaya çalıştım.
Esnek üretimin her daim derin sömürüyü doğurduğu gerçeğinden hareketle, bugün üretime sokulan bedenlerin geçmişteki sömürü düzenindeki plantasyon dönemlerinden çok da farklı olmadığını anlamak zor değil. Belki de anlaşılması daha da zor olanı çalışma koşulları içinde prekaryalaşma eğiliminin her geçen gün daha fazla kendine yer edindiğidir. Tüm bu yazılanlar ışığında şunu yeniden sorgulayabilir miyiz? : Şirket şarkısının içinde geçen “Adı Olmayanların Sesi De Yok Mu?” sorusun karşılığında, bir emekçinin, sınırsızca üretime sokulan, benliği mesleki unvan içeresinde sıkışmış, emeği üzerinde hükmü olmayışıyla tüm niteliklerinden, hafıza, öz bilinç, kimlik ve temsilden yoksun bir zombiye dönüşmesini sorgulamazsak “Ayıp Olmaz Mı?”
Kaynakça
Standing, Guy (2014) Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf, İletişim Yayınları. İstanbul.
Kartal, Onur (2019) Yaşayan Ölüler – Sinema, Biyopolitika ve Felsefe, İthaki Yayınları. İstanbul.