Ne Okuyorum? takipçilerini yepyeni bir bölümle selamlıyor. “Arşiv Odası” arşivlerin tozlu raflarında yer alan edebiyat haberlerini, kaynak niteliği taşıyan araştırmaları günümüze taşımaya, okuyucu ile buluşturmayı hedefliyor.
“Arşiv Odası”nın ilk çalışması 1979 yılında yayımlanmış bir köşe yazısı: 25 Yıl Sonra Sait Faik. Oktay Akbal’ın yazısı, günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor.
İyi okumalar diliyoruz.
«Öyleyse niçin yazıyorsun?.. Yazmak için, öyleyse niçin yazıyorsun?.. Kurtulmak İçin. Öyleyse niçin yazıyorsun?.. Anlatmak İçin. Öyleyse niçin yazıyorsun?.. Susmak için» Niçin yazmak?.. Hep soru çıkar karşımıza. Niçin yazmamak?.. Bir de bu sorulmalı.. Niçin susmak, konuşmamak, yazmamak. Görmek, bakmak, anlamak, sonra da susmak?.. «Öyleyse niçin yazıyorsun?.. Mutlu günler için?.. Öyleyse niçin yazıyorsun?. Bilinmek için. Öyleyse niçin yazıyorsun!.. Umutsuzluğu yenmek için.»
Ferit Edgü’nün «Bir Gemide» adlı yeni öykü kitabı 1979 Sait Faik Öykü Armağanı’nı kazandı. Ben de oyumu ona verdim. Başka kitaplar da vardı, ama Edgü’nün kitabı öykü sanatını «ciddiye» alan, yeni atılımlar yapan bir yazarın, küçük yaşından beri öykücülüğü benimsemiş, öykü yazmadan yaşamayı bilmeyen, anlamayan bir insanın yapıtıydı. Ayrıcalığı vardı bir çok yönleriyle…
«Öyleyse niçin yazıyorsun?. Umutsuzluğu yenmek İçin» En beğendiğim bir yanıt bu. Sait Faik de böyle derdi belki sorulsaydı. Bir haksızlık karşısında adanın tepelerine çıkıp bir ağaç altında o haksızlığın öyküsünü yazmamış mıydı o da?.. «Yazmasam deli olacaktım» dememiş miydi?.. Evet, susmamak, güdükleri yenmek, umutsuzluktan kurtulmak için yazarız. Bir duyguyu, bir gözlemi bir izlenimi yaygınlaştırmak, binlerce binlerce okurla, bugünün yarının ınsanlariyle, yaşadığımızdan elli yıl yüz yıl sonraki insanlarla bir olmak için yazarız. Bir gerekliliğin sonucudur en güzel yazılarımız.. Bir fışkırışın, bir boşalışın. bir kurtuluşun, bir yenginin ürünleridir.
Sait Faik’in ölümünden bu yana tam yirmi beş yıl geçti. Dün gibi deriz ya, öyle İşte. Dün gibi 1954 yılı, o yılın 11 Mayıs’ı… Kırk sekiz yaşındaydı. En verimli çağında.. Yepyeni şeyler söylemeye yetkili bir yazar. Birdenbire çıkıp gitti. Her zaman böyle yapardı, bir sokak köşesinde Allahaısmarladık demeden ayrılırdı. Sıkılırdı, bıkardı, usanırdı. Bırakıverirdi yanındakini. Dalardı bir kahveye, bir sinemaya, gecen bir tramvaya atlayıverirdi. İşte böyle ayrıldı yaşamdan. Bir kaç gün süren bir hastalıktan sonra, yok oldu. Yıllar geçti, tam yirmi beş yıl…
Sait Falk’in kişiliği ve sanatı konusunda bir çok yazı yayınladım. Onun «kalıcı» bir değer olduğunu, yıllar sonra öneminin daha da artacağını söyledim, ölümünden yirmi beş yıl sonra Sait Faik aramızda yaşayan büyük bir yazar gibidir. Öylesine güncel, öylesine yaşam dolu, öylesine çağdaş… Yetmiş üç yasında olacakmış yaşasaymış!.. Kim bilir neler yazacaktı daha?. Yazarların genç yaşta ölmeleri onları efsane kahramanı yapar, ama yazamadıkları yapıtları düşünüp üzüntü verir okurlarına.. Ölen bir yazarla birlikte bütün bir gizli evren de yok olur ortayo çıkamadan…
Kitaplarını açtım yeniden. Şiirlerini, öykülerini okudum. 1936’da söylediği sözler özellikle dikkatimi çekti. Sanat yaşamında ne yapmak istediği sorusunu bakın nasıl yanıtlamış: «Ben kendi hesabıma edebiyatta yapmak istediğim şeyi çok düşünmüşümdür. Bugün gayem bir roman yazabilmektir. Buna hikâye tarikiyle geçileceğini sanmıyorum. Fakat istediğim şey hayattır, yaratmaktır. Realite ve hayat sürüp gidiyor. Ben seyirci halinde kalıyorum. Evvela okumak istiyorum. Proust’u hazmetmek, Gide’i anlamak, bir Dostoyevski ile hembezm olmak. Thomas Mann kadar doymak istiyorum.. Bunları yaptıktan sonra yapmak istediğim kendi kendine yapılmış olacaktır..
Evvela «individue»den kurtulmak, sonra müşahede etmek, önümde ölüp giden insanları bir an durdurmadan yaşatmak. Bugün ne yapalım ki bizden evvelkiler kendilerinden bize bir şeyler bırakmamış bulunuyorlar.. Onun için biz de Proust’u, Gide’i. Stendhal’i okuyarak romana varmaya çalışacağız.»
İnsanlar yaşıyorlar öykülerinde.. Hepsi ölümlü insanlar kitap yapraklarında ölümsüzleşmiş… Salt Folk de onlar kadar yaşıyor. Hepsinde ondan parçalar var. Onları anlatırken kendini, kendini anlatırken onları anlatmış. Daha 1936’da «Kültür Haftası» dergisinde «Semaver» konusunda açılan bir soruşturmayı yanıtlayan Suut Kemal bunu daha o günden belirtmiş; «Kendini doğrudan doğruya anlatan. İçini dökmek isteyen bir yazar değil o, dış nesneler yoluyla okurda bir duyarlık uyandırıyor. Gücünü kendinde değil dış nesnelerden alan bir yazar» demiş onun için…
Yirmibeş yıl sonra Sait Faik dokuz ciltte toplanan tüm öyküleri, yazıları, romanları, şiirleriyle bugünün yarının kuşaklarının malıdır artık… Yazın tarihimizin anıtlarından biridir. Her geçen günle değeri artacak bir anıt.. Uzağımızda, dışımızda değil, aramızda. içimizde… «Alnı hülyalım – Önümden insanlar geçiyor – Tanıyorum hepsini – Ama kim bunlar – Niçin koşuyorlar şehre?.. – Bu yüzlerindeki rahatlık neden.. Ben mesutken de rahat değilim» diyen büyük sanatçı ölümünden yirmi beş yıl sonra, hiç mi hiç eskimemiş, tam tersine daha bugün yazılmış izlenimi veren yapıtlarıyla yaşamın içinde, orta yerinde…
Taha Toros Arşivi – Oktay Akbal / 1979 / Cumhuriyet Gazetesi