“İki Gözüm Ayşe” serisinin dördüncü bölümünde, Sabahattin Ali’nin hapishanede geçirdiği günleri ve bu günlerin ruh haline yansımalarını görebilmekteyiz. Ayrıca, bir diğer mektupta da eleştirmenler üzerine söyledikleri sözler oldukça çarpıcı.
İyi okumalar.
Yalnız yaşamak, nasıl olursa olsun yaşamak istiyorum. Yalnız hayatta olmak bile, bana diğer bütün felaketleri silip süpürecek bir bahtiyarlık gibi geliyor.
25 MAYIS 1933
Nefes almak bile ne büyük nimet
Ayşe,
Halkın, kendi derdine teselli vermek için kullandığı, zahiri ve batini (dış ve iç) manası şayanı dikkat (dikkate değer) ve derin bir tabir var: “Her şeyin başı yaşamak!..”
Ve bu böyle…
Sana vapurdan yazdığım mektup galiba bir ölüm mektup buna benziyordu, bu mektubum bir hayat mektubu olacak. Hatta Beş Numaralı Hapishane Şarkısı da içimde hayata karşı birdenbire peyda olan dostça hissiyatın bir kısmını ifşa eder (açığa vurur) gibi… Bu hisler nereden geldi, nasıl geldi, niçin geldi farkında değilim. Yalnız yaşamak, nasıl olursa olsun yaşamak istiyorum. Yalnız hayatta olmak bana diğer bütün felaketleri silip süpürecek bir bahtiyarlık gibi geliyor. İhtimal bir müddet evvel şiddetle tesiri altında bulunduğum düşüncelerin aksülameli (reaksiyonu, tepkisi)…
En akıllıca iş, insanların iyiliği veya fenalığı hakkındaki düşünceleri vesair bir takım budalalıkları bir tarafa bırakıp bize istemeden bahşedilen hayat gibi emsalsiz bir nimetten istifade etmek ve her yerde, her vaziyette bu nimeti takdis etmektir. Hapisteyim, ıstırap çekiyorum, fakat madem ki hayattayım, bahtiyarım; hastayım, acılar içinde kıvranıyorum, fakat madem ki hayattayım, bahtiyarım; insanlar tarafından terk edildim, sevdiklerim tarafından sevilmiyorum, vesaire vesaireyim, fakat madem ki hayattayım, bahtiyarım.
Ancak böyle söylersek ve böyle düşünürsek doğru bir şey yapmış oluruz.
Yarın nasıl yok oluvereceğimizi adamakıllı, külahımızı önümüze koyarak bir düşünsek bugün sadece nefes almanın bile en büyük saadet olduğunu idrak ederiz.
Bütün insanların şu düsturu her zaman tekrarlamaları kendi saadetleri için elzemdir:
Madem ki yaşıyorum bahtiyarım…
Eşe dosta selam. Hulûsi’ye Pertev’lere bilhassa… Sana da birçok selam iki gözüm.
Sabahattin Ali
Bir kitabı okurken gözlerini kapayıp, o satırları yazarken Muharririn kafasının ne halde bulunduğunu tasavvur edebilir misin? İşte o eseri o zaman herkesten iyi anlamış olursun. Yoksa estetik gözlüğü ile bakmak, herkesin biraz çalışarak yapabileceği şeydir. Ve verilen hükümler beylik olmaktan ileri geçmez.
14 TEMMUZ 1933
Eleştirmen de mebus gibi lüzumsuz adamdır
Ayşe
Nurallah Atâ* ile aramdaki fark benim lehime olarak tarafımdan biraz fazlaca büyütülmüş ise de sanat eserlerini anlamak bahsinde pek isabetli bir hüküm verememişsin. Nurullah Ata çok okuduğu için umumi kıymet hükümlerine daha muvafık (uygun) hükümler verebilir. Ben bir kitabı okurken onu yazanla beraber ve ona çok yakın hisler duyarım. Bizzat sanatkâr olmayan bir adamın sanat eserlerini bütün heyecanlarıyla anlamasına imkân yoktur.
Ve bence münekkitler (eleştirmenler) de mebuslar gibi isimleri büyük fakat kendileri lüzumsuz adamlardır. Dünyaya gelen münekkitlerin en büyüğü Goethe’dir. Kendisinden evvel ve kendisiyle beraber yaşayanlar hakkındaki mütalaaları o adamların kıymetleri hakkında miyardır (ölçüttür). Kendisi bu isabeti şair olmasına borçludur. Shakespeare’in 200’üncü ölüm senesinde onun ruhuna hitap ettiği bir mektupta: “200 seneden beri seni okuyanlar arasında seni en çok anlayan benim, çünkü bu müddet zarfında sana benden daha ziyade yaklaşan bulunmadı” mealinde sözler söylüyor. Gizli yerlere saklanan sanatı bulup çıkaracak olan yalnız bir sanatkâr olabilir. Nitekim yine de Geothe seksen yaşında iken o zaman daha 26 yaşlarında bulunan Fransız hikâyecisi (Prosper Merimée)nin ilk eserini, (İspanya tarihine ait bir tetkikini) okumuş ve “Ben bu kitapta bir müverrih (tarihçi) değil, bir edip ve sanatkâr görüyorum, bu delikanlı vadisini değiştirse fena etmez” demiştir. Nitekim müverrih olmak için hazırlanan Merimée, edebiyata tarih eseri değil, Kolomba ve Carmen gibi nefis romanlar vermiştir.
Ben de sanat eserlerini anlarım derken bir dereceye kadar böyle demek istemiştim. Haşa kendimizi Geothe’ye kıyas ettiğimiz aklına gelmesin, fakat bir kitabı okurken gözlerini kapayıp, o satırları yazarken muharririn (yazarın) kafasının ne halde bulunduğunu tasavvur edebilir misin?.. İşte o eseri o zaman herkesten iyi anlamış olursun. Yoksa bediiyyat (estetik) gözlüğü ile bakmak herkesin biraz çalışarak yapabileceği şeydir. Ve verilen hükümler beylik olmaktan ileri geçmez. Ben… Ben münekkitlerin sözlerine pek kulak asmamak taraftarıyım.
Okumak bahsine gelince, Nurullah Ata, Yunan, Latin ve Fransız edebiyatlarını mükemmel bilmesine rağmen İngiliz edebiyatına kısmen, Alman, İskandinav, Rus edebiyatına (bu sonuncusunda Tolstoy ve Dostoyevski müstesna) tamamen yabancıdır ki görüşlerini bu noksan bir hayli sakatlandırmaktadır. Halbuki Latine yunan edebiyatında ağzımı açacak kadar malumatım olmasa bile, eh, diğerlerinde teşehhüt miktarı (biraz) okumuşluğumuz vardır, ehli dil (gönül ehli) bu vadide iki satır laf etmemize müsade ederler…
…Yine benim “Gurbet Hapishanesi” şiiri aklıma geldi. Âdeta gelenlere konuşturmadığı için hapishane müdürü beye bir arzuhal mahiyetinde olmuş. Ben nedense kendimi şair olarak kabul edemiyorum. Bütün şiirlerimi fantezi bir arzunun teskini için yazıyormuşum gibiyim.. Sen bana “Esinler” piyesini nasıl bulduğunu şöyle adamakıllı mufassal (ayrıntılı) olarak bahset. İlk yazdığım piyestir, birçok aceleye geldi.
Beş tarafta söylediğim gibi biraz da kendinden bahseden mektuplar yaz. Geçen gün Nâzım Hikmet‘ten mektup aldım: “Mesele mektubun uzunluğundan kısalığından değil, mektup gelmesindendir. Gözü postada olan hapis, münderecata (içeriğe) pek dikkat etmez…” diyor. Bence öyle değil. Seksen yerden mektup geleceğine istediğim bir yerden ve uzun bir mektup gelsin kâfi… Senden bir mektup gelsin kâfi…
Gözlerinden öperim kardeşim.
Sabahattin Ali
Telif ve tercüme birkaç yazı gönderiyorum. Bakalım nasıl bulacaksın.
*Nurullah Ataç