Eylül, yazma duygusu uyandırır hep bende. Denizin yazlıkçı gürültüsü gitmiş yerine pırıl pırıl parlayan yüzü gelmiştir. Sanırım en iyi yüzerken düşünüyorum. Özgürce kulaç sallarken kafam daha iyi çalışıyor. Yürüyüşte beceremiyorum bunu. Herkesin yoğurt yiyişi farklı, elbet farklılıklar olacaktır. İlhan Berk’in dizeleri geliyor aklıma:
“Bitkileri öğreniyorum. Otları çiçekleri
Bir taflanı alıyorum. Taflan bu diyorum.
Damarlarını sayıyorum, bir suya bırakıyorum.
Dünyanın en güzel yeşili o zaman anlıyorum.
Böyle bütün gün dolaşıp duruyorum.
Sonra birden kâğıda kaleme sarılıyorum.” (İlhan Berk/Deniz Kitabı)
“Unutmanın Genel Teorisi”ni yazmaya karar verme sürecim yazarın nefis bir röportajını okumakla oldu. (Bkz: K24 Eylül Görmüş) José Eduardo Agualusa Angolalı bir yazar. Angola; birçok yerel halkın ve Portekizlilerin oluşturduğu yıllarca Portekiz’in sömürgesi olmuş bir Afrika ülkesi. İç savaş senelerce sürüyor. Sosyalist gruplar karşı devrimcilere karşı önce zafer kazanıyor ama sonrasında kapitalizm baskın geliyor ve neredeyse diktatörlüğe evrilen bir dönem yaşıyor. Tabi bunun en büyük nedeni zengin elmas madenlerine ve petrol rezervlerine sahip olması. Ülke halkının aşırı yoksullaşması bir avuç zenginin zenginliğine zenginlik katması, tarım alanlarının çokluğu suyun azlığı güzelim ülkenin hala Portekiz sömürüsü olması ne tanıdık.
30 yıl bir apartman dairesinde yaşayan evden çıkmayan Ludo’nun öyküsüyle başlıyor kitap.
“Ludonica hiçbir zaman gökyüzüne bakmayı sevmedi” (sayfa 9)
Can acıtıcı ve delice merak duygusu uyandıran ilk cümle. Neden, niçin ne yaşadı ne yaşamakta?
Kendimle ve bizimle çok özdeşleştirdim Ludo’yu. Otoriter bir yönetimde nefes almak, festivallerin bile yasaklandığı; kadının, çocuğun, hayvanın giderek daha çok ötekileştiği, sesimizin bir türlü kavuşamadığı acının ve patlayan bombaların unutulmadığı iyilerin “gökyüzüne hasret bırakıldığı” bir yerde eve kapatılıp evden çıkmayı istememek ne de anlaşılır. Çocukluğumda anneannemin gecekondu mahallesinde insanlar kış gelmeden birlikte salça, tarhana yapardı. Ekmek alınacaksa biri gider; kapı sonuna kadar açık, çocuklar acıkırsa ellerinde salçalı ekmekleri ya da içine bir beyaz peynir konulur sokaktan eve adım atmazdı. Bir arada yaşarken o şöyle böyle diye konuşulmaz, ağır yargılamalar yapılmazdı. Hepimiz birdik. Mahallenin köpeği, kedileri arta kalan yemekleri yer, boşlukta kapı önleri sohbetleri nefis olurdu. Dayanışma yaşatırdı. Şimdi çok uzak bir geçmiş gibi geliyor. Ve okuduğumuz her kitap bu duyguyu daha çok perçinliyor. Niye bizden mutlu hikayeler çıkmıyor? Çünkü mutsuzluğun tam ortasındayız. İşte Ludo da böyle mi hissediyordu? Neden neden çıkmıyordu? Geçmişi, yaşadıkları, ülke koşulları? Roman yavaş yavaş ve kararlı adımlarla ilerliyor. İnce ipuçlarıyla beraber. Ludo’yu tanımaya başlarken bir yandan kardeşi Odete’yi, kardeşinin kocası Orlando’yu da anlatmaya başlıyor yazar. Ludo evde çocuklara Portekizce öğretip nakış dikerken Odete İngilizce ve Almanca dersleri veriyor. Kız kardeşine yürekten bağlı Ludo, Odete ile beraber yaşıyor. Bir süre sonra Odete Orlando adında bir Maden Mühendisi’ne aşık alıyor. Orlando Angolalı ve Angola’da yaşıyor. Odete’ye Angola’da yaşamayı teklif ediyor, kız kardeşini de beraberinde getirmesini. Böylece Portekiz’den çıkan iki kardeş Angola’da yaşamaya başlıyor. Ludo evde her işi yapıyor onlar çalışırken. Çok yalnız kalmaması için Orlando bir gün ona yavru bir köpek getiriyor: “Fantasma” Böylece kendine bir arkadaş daha ötesi bir dost ediniyor Ludo. Tam bu anda Angola’nun durumu karışıyor. İç savaş arifesinde iki yapı var. Birisi Portekiz’den bağımsız bir Angola isteyen Küba tarafından desteklenen bir sol parti diğeri sömürgeci sağ parti. Orlando Angola’nın bağımsızlığını savunuyor. Ülkesinden ayrılmak istemezken bir trafik kazasında karısıyla beraber ölüyor. İşte buradan sonra hikâye Ludo’nun ağzından devam ediyor. Yalnız, yapayalnız bir apartman dairesinde ülkenin kaderi gibi techir edilmiş bir şekilde yaşıyor. Yaşamak ve ayakta kalabilmek için terasa limon ve fıstık ekip güvercin avlamaya başlıyor. Hırsızlardan korunmak içinse (çünkü Orlando madenden elmas çalıp eve saklamıştır) hırsızlık yapmak isteyen bir genci öldürüp onu evin terasına gömüyor. Sonrasında kocaman bir duvar örer apartman ile arasına.
“Güçlükle ve her defasına daha büyük büyüteçlerle yalnızca gün ışığında okuyabiliyorum. Bunca yıl bana yoldaşlık eden güzel sesleri yakıyorum. Yakmaya kıyamadığım elimde kalan kitapları yeniden okuyorum.
(…)
Bu evde mutluydum, güneşin beni ziyaret etmek için mutfağa uğradığı akşamüstlerinde. Masaya otururdum Fantasma gelir başını kucağıma yaslardı. Eğer hala yer, kömür ve yeterince duvar olsaydı unutmak üzerine muhteşem bir eser yaratabilirdim burada: Unutmanın Genel Teorisi” (sayfa 109)
Anlatıma buradan itibaren yan karakterler de dahil olur. Devrimci lider Küçük şef, küçük oğlan Sabulu ve gazeteci Daniel Benchimol.
Ludo’nun başından beri tuttuğu günlükler italik olarak verilmiş. Her bir satır romanın olay örgüsünü ince ince çoğaltmış. Birbirinden bağımsız değil. Yazarın şairane bir iç dünyası var. Kelime ve cümle seçimleri titiz. Ele aldığı konuyu politik deyişle birlikte güçlendirmiş. Okurken kendinizi, kendi yaşamınızı, kendi ülke gerçekliğiniz üzerinde düşünürken buluyorsunuz bazen de boğazınıza takılmış kekremsi bir acı ile. Sonunda tüm sorularınız cevap buluyor, neden ve niçine dair. Acının sadece coğrafi bir kader olmadığı bu topraklarda nicedir kötülüğün neler yapabildiğine, yapabileceğine tanık olduk. José Eduardo Agualusa’nın röportajını okurken şu sözleri çok önemliydi benim ve tüm karanlıktan aydınlığa çıkmak isteyenler için. Şöyle demişti yazar: “Daha önce söylediğim gibi bir döngünün sonuna geldiğimize inanıyorum. Yaşadığımız bu garip ve korkunç günlerden sonra daha güzel günler gelecek. Donald Trump veya Jair Bolsonaro gibi değişime direnen kadınların zaferini kabullenemeyen, cinsel azınlıkların sesini bastıran, doğayla ve diğer canlılarla ilişkimizi yeniden tanımlamamız gerektiği fikrini kabullenmeyen insanların temsil ettiği şeylere, bu modası geçmiş düşünce tarzına karşı bir mücadele içindeyiz. Bu düşünce tarzı son yıllarda güç kazanmış gibi görünüyor ancak işin aslına bakacak olursak sadece mücadele ediyor. Her halükârda ilerlemenin ve sağduyunun zaferine inansak bile arkamıza yaslanıp oturmamalıyız. Bu eski düşünce tarzına karşı her gün savaşmak zorundayız.” (Bkz: K24 Eylül Görmüş)
Halkını iyi tanıyan sevincini, azmini bilen, gülüşüne değer veren bu aydın yazara selam olsun.
Gökyüzüne bakmak istemeyen Ludo’nun güzel ve mutlu bir sona hasret kalan biz okurlarına seslenişiyle son verelim öyleyse:
“O günler artık geçti, sokağa çıkıyorum ve utanç hissetmiyorum. Korku duymuyorum sokağa çıkıyorum, sokakta sebze satan kadınlar bana selam veriyorlar. Aynı ailedenmişiz gibi gülümsüyorlar bana.” (sayfa 258)
Bu arada unutmadan eklemeliyim ki Portekizce aslından çeviren Sevcan Şahin bu çeviri ile Ahmet Cemal İlk Çeviri Ödülü’nü aldı. Nefis bir çeviri var elimizde.
- José Eduardo Agualusa – Unutmanın Genel Teorisi
- Çeviri: Sevcan Şahin
- Timaş yayınları – Roman
- 268 sayfa
Not: Bu roman ilk çıktığında sevgili Caner Almaz nefis bir yazı yazdı hakkında. Ben o zaman okuyamamıştım kitabı. Zamanı şimdiymiş. Romanı okuduktan sonra instagramda okuyup beğendiğimi anlatan bir fotoğraf yayınlayınca bir arkadaşım -Yazı geliyor mu? demişti. Onun üzerine sevgili ailem neokuyorum.org dan sevgili yol arkadaşım Öyküm Deniz yazıyı yazmamı istedi. Caner Bey’in güzel yazısı üstüne olur mu bilemedim ama Caner Bey her zamanki inceliğiyle yazmamı istedi. Ne güzel. Sevgili Caner Almaz’a ve buna vesile olan çok değerli arkadaşım Öyküm Deniz’e teşekkürlerimi iletmeden olmazdı. İkisine de derin teşekkürlerimle. Yazı yazmayı daha bir güzel kıldıkları için.