“Yapmak istediğim savunmasız birey ve hızla güçlenen toplum arasındaki mücadeleyi açığa vurmaktı. Çocuk ve savaş arasındaki ilişki insanlık dışı durumun temellerinden en önemlisidir.”
Bir tarafta bir dünya savaşı diğer tarafta 6 yaşında bir çocuk. Savunmasız, biçare, tek başına, inanılır hal değil. Çocuklar doğdukları andan itibaren yabancı oldukları bu dünyadaki her şeyden korkarlar. Gerçek dünyadan kendi başlarına aldıkları ilk nefes için dahi çığlığı basar, yabancı bir kişi yada nesneyle karşılaşınca ağlamaya başlarlar. Çünkü bu zorlu dünyanın karşısında tamamen savunmasızdırlar. Kitabımız Boyalı Kuş’ta da dünyanın yaşayabileceği en dehşetli olayın, savaşın karşısında tek başına kalmış 6 yaşındaki bir çocuk saklanarak yaşamaya çalışması anlatılmaktadır. Her ne kadar otobiyografik bir roman olduğunu kabul etmiyor olsa da yazar Kosinski’nin de hayatından izler taşıyor bu roman.
Kendi katlinin fermanını yazmış olan yazarlar, her zaman fazlasıyla ilgimi çekmiştir. Çünkü kim olduğunu veya nereden nereye gittiğini, ne yaşadığını bilmeden yalnızca yazma işini yapmış olan yazarlardan ayrılırlar. Yazdıkları kadar yaşanmışlıkları da vardır. Kosinski de bunlardan biri. Aynı Boyalı Kuş’taki gibi savaş çocuğu kendisi. Yahudi bir aileden gelen Kosinski, savaş başladıktan bir yıl sonra güvende olması için Polonya’da Katolik bir ailenin yanına verilir. Romanın baş karakterinin yaşadığı olayları tam olarak yaşadı mı bilinmiyor fakat şahit olduğu çağın ruhunda ne gibi yaralar açtığı malum. Ailesiyle buluştuktan bir süre sonra eğitimi için ABD’ye gider ve orada çelik patroniçesi sosyeteden zengin bir kadınla evlenerek refah içinde bir yaşama, populariteye adım atmış olur. Fakat sanıyorum ki geçmişi, çocukluğu, onu rahat bırakmayan düşünceleri bu rahat yaşamı baltalamış, bir gün karısıyla televizyon izlerken tam da kitabında yazdığı gibi (o kitaplarıyla çok içli dışlıdır, yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardır o) banyoya gider kafasına bir naylon poşet geçirerek intihar eder. Edebiyat ilgililerine hep bir parça yaptığı gibi zehrini içine işlemiş ve onu öldürmeyi başarmıştır belki de. Çünkü yazmak işi yaşadıklarımızın veyahut şahit olduklarımızın kaydını tutmamıza, acımızı barizleştirmemize ve içimizde patlamaya hazır bomba gibi duran düşüncelerimizi somutlaştırıp meşrulaştırmamıza vesile olur.
Bahsi edilecek olan roman Boyalı Kuş 1965’te yayınlanır. Ve Kosinski’nin ilk ve en önemli eseridir. Eleştirmenler tarafından çokça tartışma konusu olan kitap, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yıllarca yasaklı kitaplar listesinde yer almasına karşın 31 dile çevrilmiş milyonlarca okura ulaşmıştır. Dil, çocuğun iç sesiyle yani baş kahramanın ağzından yazılmış, olay örgüsü ise bir nefeste okunabilecek kadar akıcıdır.
Konusu girizgahtan da tahmin edileceği gibi 6 yaşındaki bir çocuk (Bundan sonra Boyalı Kuş diyeceğim) İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında Nazi karşıtı anne babası tarafından tanıdık birisi aracılığıyla geri bulunacağı umudu da taşınarak savaşın vahşetinden biraz olsun uzak olan Avrupa’nın doğusuna gönderilir. Fakat daha sonra adamın izini kaybederler. Çıldırmış, kendini üstün ırk ilan eden Nazi askerleri bu sırada her yerde kol gezmiş, Yahudi ve çingene avına çıkmış, yakaladıklarına olmadık işkenceler yapıp fırınlara atmaktadır ve onları saklayan aileleri ise kurşuna dizmektedirler. Bu yüzden halk da kraldan çok kralcı olmuş durumdadır. Bu nedenle Boyalı Kuş da sürekli yarı deli, tuhaf insanların yanına kısa süreli sığınıp o köyden o köye dolanıp durur.
“Köylülere göre Yahudilerin yakıldığı fırınlardan çıkan dumanlar gökyüzüne dimdik yükselip Tanrı’nın ayakları altında yumuşacık bir halı oluyordu.Oğlunun ölümüne üzülen Tanrıyı avutmak için gerçekten bu kadar Yahudi’yi kurban etmek gerekli mi, diyordum kendi kendime.” (sayfa 113)
İlk önce Marta adlı işi gücü büyülerle hurafelerle uğraşmak olan yaşlı bir kadının yanına verilir Boyalı Kuş. Burada Marta çocuğun aklını olmadık saçmalıklarla doldurur. Marta ölünce Olga isimli şifacı bir kadının yanına yerleşir. Oradan da bir değirmencinin evine (değirmencinin evinde adamın yemek sırasında karısıyla oynaşan adamın kaşıkla gözünü çıkarması hafızalardan silinmeyen dehşet verici bir pasajdır). Yaşanan tuhaf olaylardan sonra buradan da ayrılır.
Boyalı Kuş bir gezgin gibi konakladığı bütün köylerde sarışın mavi gözlü köylüler arasında kara saçı kara kaşıyla (Tanrı’nın kendisi gibileri lanetlediği için esmer olduğunu düşünür ve Naziler gibi sarı kafalı olsa ne kadar rahat olabileceğini hayal eder hep) diğerlerininkine benzemeyen bozuk şivesiyle Yahudi veya çingene olduğu sanıldığı için gittiği andan itibaren dışlanmış, dövülmüş, istenmemiş, ötekileştirilmiştir. Bazı köylüler de gittiği her evde ölenlerin olması, sorun çıkmasından dolayı onun büyücü bir çingene olduğunu düşünür ve yaklaşmaya korkarlar. Değirmencinin evinden ayrıldıktan sonra dolaşırken bir kuş avcısının yanında dolaşmaya başlar. Burada boyalı kuş hak ettiği nama kavuşacaktır.
“Bazen günler geçer, Ludmilla görünmezdi. O zaman büyük bir kızgınlık, gizliden gizliye kemirirdi Lekh’in içini. Gözlerini kuşlara diker, saatler boyunca kendi kendine homurdanırdı. Uzun uzun ve günlerce düşündükten sonra en güzel kuşlarda birini seçerdi. Kuşu bileğine bağladıktan sonra, bir sürü garip şeyi birbirine karıştırıp kokulu bir boya elde eder, değişik renklerde, kutu kutu hazırlardı bu boyadan.. Sonra kuşun başını, kanatlarını, boynunu ebemkuşağı renkleriyle bezer, tüylerine bir demet yaban çiçeğinin gözkamaştırıcı parlaklığını verirdi.Sonra ormanın içlerine yürürdük birlikte. epey ilerledikten sonra Lekh durur, kuşu bileğinden çözüp bana verir ve ayaklarından tutarak sallamamı isterdi. Boyalı kuş söylenip durur, bağırışına gelen bir sürü kuş, tepemizde dönmeye başlardı. Onlara ulaşmak isteyen tutsak debelenir, bütün gücüyle öter, boyalı boynunun içinde kalbi delice atardı.Tepemizde yeterince kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi.Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardına saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk. Gövdelerindeki gaga izleriyle yaraları dikkatle yayar, renkli kanatlardan sızan ve boyaya karışan kan, kuşçunun eline bulaşırdı. Ama Deli Ludmilla bir türlü gelmezdi. Hayal kırıklığına uğramış somurtuk Lekh, kuşları birer birer boyar, acımasız, benzerlerine teslim ederdi.”
Deli Ludmilla çobanlarla yakalandığı sırada karıları tarafından saldırıya uğrayınca Boyalı Kuş kuş avcısı Lekh’in yanından da ayrılır. Yine birçok ev ve köy dolaştıktan sonra en son kaldığı köy düşman Kalmuklar tarafından işgal edilip yağmalandığı sırada köye Kızılordu yetişir ve köylüleri kurtarır, Boyalı Kuş’a da sahip çıkar yanlarında götürürler. Birlikte kaldığı Rus askerleri ona okuma yazma öğretir, Sovyet ideolojisini anlatırlar. Boyalı Kuş fedakarlıkları ve insancıllıklarıyla dikkat çeken bu askerleri çok sever ve ilerde onlar gibi olmak istediğini düşünür.
Çocuk ve savaş, çocuk ve zulüm, çocuk ve acı, çocuk ve umut birbirine karışmıştır. Yaşadığı ya da şahit olduğu tüm bu vahşet çocuğun duygularının karmaşıklaşmasına, sitemkar, zor ve yeni bir kimlik oluşturmasına sebep olmuştur. Sovyet askerleri onu en sonunda bir yurda yerleştirirler. Yurttaki yaşam da en az önceki hayatı kadar zordur. Burada edindiği bir arkadaşıyla sık sık yurttan kaçar ve uzun uzadıya yaptığı köy dolaşmalarından sonra bu kez de şehrin arka sokaklarıyla tanışır. Yurttayken anne ve babası onu bulur ve eve götürür. Evde de hiçbir şey eskisi değildir. Yeni bir kardeşi olmuştur, boyalı kuşun yokluğu hiç hissedilmemiş gibidir. Ve çocuk her gece evden kaçıp sokaklara gitmeye koyulur romanın sonunda.
Savaş trajik ve dehşet verici şekilde bir çocuğun hayatında böyle zuhur etmiştir.İnsanlık her zamanki gibi insanlığından çıkmış, dünya her zamanki duyarsız, duygusuz izleyici konumuna oturmuştur.
“Beni şaşırtıyordu şu Almanlar. Amma ziyankardılar ha! Böylesine acımasız ve sefil bir dünyanın hakimi olmak neye yarardı.” (sayfa 103)
Tarih boyunca güç ve hakimiyet arzusu liderleri ele geçirmişken onların tanrısı da halkı, köylüyü ve yoksulları kandırma, hareketsiz kılma işine elini atmıştır. Dikta her zaman ulaşabileceği en yakın güçsüz farklı ve öteki dil, renk, ırktaki insanları katlederken milyonlar cahillikleriyle, Tanrıcılıklarıyla, kracılıklarıyla çoğunlukla sessizce vahşeti izlemekten zevk almıştır (Tam da gözlerimizle ve kulaklarımızla şu gün de şahit olduğumuz gibi).
Aramızda hâlâ vicdanının, ruhunun ve kalbinin bir miktarını dahi olsa saklayanlar var mı bilmiyorum… Yine de malı, mülkü, canı, milliyeti, vatanından çok vicdanına sahip çıkanlarımız için yüzyıllar önce doğa ve matematik Öklid’in dilinden insanlığa şöyle haykırmıştı; “Aynı şeye eşit olan şeyler birbirlerine de eşittir!” Biyolojik, psikolojik, fiziksel açıdan yaşam faaliyetleri yönünden hiçbir farklılık göstermeyen insanoğlu toplumsal açıdan da birbirinden asla farklı olamaz.
Boyalarımızdan arınamıyoruz, evet. Fakat baskı ve zulüm içinde, sırf yaşayabilmek adına bunu gizlemek için debelenmek zorunda olmamalıyız. Biriniz şu dünyaya ilk taşı atsın lütfen…
“Ve tanrı, ulu tanrı bilirdi yalnız ayrı ırktan geldiklerini, memeliler olduklarını..”
Mayakovski(Kitabın ilk sözünden)