Arkadaşlarla Sohbetler serisinde hayatlarında kitaplara oldukça önem verdiklerine şahit olduğum arkadaşlarımı misafir edeceğim. Bu misafirliklerinde okudukları ve kendilerinde farklı noktalara değindiğini hissettikleri kitapları seçmelerini ve hazırladığım kalıp sorulara seçtikleri her bir kitap için cevap vermelerini isteyeceğim. Kitap tavsiye etmenin yanı sıra tavsiye edenlerin hayatlarında sızlayan noktaları da öğrenmiş olmanın değerini biliyor ve bunu çoğaltmak için Arkadaşlarla Sohbetler serisini başlatıyorum.
Umarım en az benim kadar keyif alırsınız. İyi okumalar. ❤️
Uyuyan Adam, Georges Perec
Çeviri: Sosi Dolanoğlu
Metis Yayınları, 2000
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Sadece bekleyişi ve unutuşu arzuladığım bir dönemim olmuştu. Neyi beklediğimden ve tam olarak neyi unutmak istediğimden emin olmadığım. Başka şeyleri hatırlamayı canımın çekmediği: ailemi, aşklarımı, okulumu, tatillerimi. Odamda yolculuklara çıkıp dönüşte yanımda hiçbir şey getirmediğim bir dönem. Oturmak ve beklemek istediğim bir dönem. Bekleyecek bir şey kalmayana dek beklemek. Uyuyan Adam’ı böyle bir dönemde okudum. Kitabın barındırdığı bütün cümleler bana kalırsa ayırt edilmeden çözümlenmesi gerek. Müthiş bir akılla yazılmış. Fakat okuduğum bir kısmı vardı ki beni kıskıvrak yakaladı desem hiç de abartmış olmam. İşte o kısım:
‘’ÖLMEDİN; daha aklı başında biri de olmadın. Gözlerini kavurucu güneşe çevirmedin. İkinci sınıf iki yaşlı aktör seni aramaya gelmediler, sana yapışıp üçünüzden ikisini ortadan kaldırmadan birinizi yok edemeyecekleri bir bütün oluşturmadılar seninle. Bağışlayıcı yanardağlar seninle ilgilenmediler.’’
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Kitabın bir yerinde ana karakterimiz Paris’ten ayrılarak, çocukluğunun geçtiği kasabaya yani evine döner. Zannediyorum ki bu onun arayışında medet umduğu bir nokta olur. Fakat orada geçirdiği zaman boyunca dünya üzerinde her şeyin çoktan söylendiğini ve zaten kendisinin de Rimbaud gibi bir cesaret taşımadığını, umut bağlayacak bir şeyi olmadığını hatta şansını deneme azminde bulunmadığını çıkarsadığını okuruz. Karakterimiz bunları kendine itiraf ederken yine bir odanın içerisindedir. Fakat bu defa radyo oyunları dinlediği, Jack London okuduğu çocukluğunun geçtiği odanın içerisinde. İşte orada, o odada, karakterin yanında olmak isterdim. Belki karakterin büyüdükleri kasabada yaşamaya devam eden çocukluk arkadaşı olarak…
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Biliyorum yirmi beş yaşındasın ve yirmi dokuz dişin, üç gömleğin, sekiz çorabın, artık okumadığın birkaç kitabın ve dinlemediğin plakların var. Bir şeyleri hatırlamak istemiyorsun, artık yolculuklara çıkmak da istemiyorsun. İnsanlardan sıkıldın çünkü insanlar sıkıcıdır. Artık sadece geceleri karanlık bastırınca çıkıyorsun sokağa. Küçük salaş sinemalarda gölge izleyici oluyorsun. Bazen bütün gece yürüyor, bazen bütün gece uyuyorsun. Umarım bir gün vahşi tutmaya özen gösterdiğin kendini daha çok sevebilirsin.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Perec, Polonya Yahudisi bir ailenin oğlu. Anne ve babası da Auschwitz toplama kampında ölmüştür. Tabii sadece anne ve babası değil aile büyüklerinden de birkaç kişiyi toplama kamplarında kaybetmiştir. Bakıldığı zaman Uyuyan Adam romanının baş karakteri okuluna giden, arkadaşları tarafından aranıp sorulan biri olsa da bir noktada yaşamı adeta bir tür sayıklamaya dönmüştür. Bunun altında yatan büyük üzüntünün kaynağı belki de Perec’in ailesinin katledilmiş olmasıdır. Bu çıkarımı aslında şuradan yapabiliriz. Pompe Sokağı, Saussaies Sokağı ve Beauvau Meydanı gibi kitapta sıradan bir mekanmış gibi anlatılan bu yerler Gestapo’nun işkence merkezleridir. Perec’in kişisel tarihinin kitaba yansımış olması mümkün.
Böyle bir kayıp yaşamamıştım daha önce fakat bu kitabı bitirdikten sonra yaşamadığımı söylemek haksızlık olur.
Günlerin Köpüğü, Boris Vian
Çeviri: Elif Ertan
e Yayınları, 2000
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
‘’Siz ne iş yaparsınız? diye sordu profesör. Birtakım şeyler öğrenirim, dedi Colin. Ve de Chole’yi severim.‘’
Kitabın içerisindeki bir andan ziyade Colin’in aşkı uç noktalarda yaşama biçimini gördüğümüz ilk bölümlerde kalbimi çaldığını söyleyebilirim. Bulutların üzerinde olma haliyle birlikte başkalarını hiçe sayan, umursamaz, bencil bir tavırla aşklarını yaşamaları benim değerli bulduğum bir tavır. Tabii bir diğer hoşuma giden şey de Vian’ın kıvrak zekasını her cümlede hissediyor olmamız. Toz pembe bir hayatın köpük gibi dağıldığı, toplumsal eleştirinin kara mizahla suratımıza tokat gibi çarptığı bir Boris Vian romanı. Ve bolca Duke Ellington’ın bahsinin geçmesi, jazzla birlikte tüm fantastik unsurlar beni çeken diğer şeyler arasında.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Herhalde bunu çok isterdim. Kitabın bir bölümünde piyanokteyl isimli bir aletten bahsedilir. Bu alet kokteyl hazırlayan bir piyano. Her vuruşun, armoninin karşılığı olan bir likör ya da aroma var diyebiliriz. Yani çaldığınız parça boyunca nota değerlerine göre makine bir kokteyl hazırlamış oluyor. Colin ve Chloe’yle birlikte piyanokteylde John Coltrane’ın Blue Train parçasını çalıp tatmak isterdim. Bu parça saksafon için yazılmış bir parça fakat yine de bunu yapmak isterdim. Çünkü bir Boris Vian romanında her şey mümkün olabilir.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Daha önce hiç Vernon Sullivan okuyup okumadıklarını ve okudularsa ne hissettiklerini sormak- öğrenmek isterdim.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Bu kitabı bitirdikten sonra okurların birbirinden zıt sonuçlara çıkması gerçekten mümkün. Biraz sizin yaşamı okuma biçimi ve karakterinizle ilişkili bir durum. Örneğin ben, Günlerin Köpüğü’nden yola çıkarak yaşamın bir köpük gibi büyüyüp sönebilen, her şey masalsılığıyla devam ederken bir anda aksine dönebilecek yol ayrımlarından oluşan varoluştan ibaret olduğunu düşünebilirim. Fakat bu noktada karakterim gereği durmadan temkinli olmak yerine eğer masalsı bir anın içinden geçiyorsak hakkını vermeyi, abartarak yaşmayı ya da sonuna kadar zevkle değerlendirmemiz gerektiğini savunurum. Tercihim de bu yönde olur. Rimbaud ‘’Eskiden iyi anımsıyorsam eğer, bir şölendi yaşamım, bütün yüreklerin açıldığı bütün şarapların aktığı’’ der Cehennemde Bir Mevsim’de. Eğer bir şölense şaraplar akmalı, yürekler açılmalı. Sonu ne olursa olsun.
Doppler, Erlend Loe
Çeviri: Dilek Başak
Yapı Kredi Yayınları, 2016
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
‘’Çağımın adamıyım. Çağımın başarısız bir adamıyım. Ya da sadece başarısız bir çağın adamıyım.’’
Doppler yalnız doğup yalnız öleceğimizi hatırlatıp buna bir an önce alışmamız gerektiğini vurgulayan medeniyet süsü verilmiş dünyadan başarılı bir kaçış hikayesi. Kitabın başında kahramanımız babasının vefatından sonra ormanda bir bisiklet kazası yaşar. Bisikletten düştükten sonraki birkaç saniye içerisinde ormandaki sessizliği ve bu sessizliğin çekiciliğini hissederek ani bir kararla ilkel yaşama dönmeye karar verir. Evini, karısını ve çocuklarını bırakarak ormana yerleşir. Ormanda bir süre toplayıcılık yaparak besin ihtiyacını karşılasa da bu ona yeterli gelmez ve bir geyik avlar. Fakat geyiği avladıktan bir süre sonra bir yavrusu olduğunu fark eder. Geyiğin önünde annesini öldürmenin vicdan azabını yaşar. Tabii kendisinin de babasını kaybetmiş olmasıyla geyiğin annesiz kalması arasında bir ilişki kurması uzun sürmez. Her ne kadar buna sebebiyet veren kendisi olsa da içselleştirdiği bu kayıp geyikle arasında bir dostluğun başlamasına neden olur. Kitabın bu kısmında beni yakalayan şey yüzyıllardır tanık olduğumuz hikâyenin böylesine vurucu bir metaforla ortaya konulması oldu.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Kitap ‘’Babam öldü. Dün bir geyik avladım.’’ cümlesiyle başlıyor. Bunun bize Camus’nün ‘’Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.’’ diyerek başlayan Yabancı kitabını anımsatması sürpriz olmaz. Benzer absürt girişler. Baba, oğul ve uygarlık sıkıntısı. Tabii absürtlük sadece giriş cümlesiyle sınırlı kalmıyor. Absürtlük buradan başlayıp alanını kitabın son sayfalarına kadar genişletmiş. Kitabın bir bölümünde babasından kalan eşyaları karıştırırken babasının ‘’tuvalet fotoğrafçısı’’ olduğunu fark eder. Doppler böyle adlandırır babasının hobisini. Çünkü kutuda farklı tuvaletlere ait yüzlerce fotoğraf vardır. Kutuyu karıştırırken babasını düşündüğünden daha az tanıdığını fark eder. Bu sahnede Doppler’in yanında olmak isterdim. (Fotoğrafları da merak etmiyor değilim.)
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Doppler’e annesini yediğin bir canlıyla arkadaş olabilecek kadar kendini bağışlamayı nasıl başardığını mutlaka konuşmak isterdim. Eminim bu konuda söyleyecekleri vardır fakat beni tatmin edeceğini sanmıyorum.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Aileyle sağlıklı bir ilişki kuramamak bir noktada kişinin toplumla uzlaşmasını zorlaştıran bir etken. Bazıları bunu yaratıcılıkla harmanlayıp hayatında pozitif etkiler doğurabilecek bir dünya kurmayı başarıyor. Bazıları da oyundan çekilmeyi uygun görüyor. Doppler ormanda kalmakla aileme iyilik ediyorum, der. Fakat gerçekte bu iyilik kimin yararınadır ya da herhangi birine yararı var mıdır, tartışılır. Artık ormanda bisiklet sürmek konusunda endişelerim var.