Abdullah Aren Çelik, ‘İlerde Hep Yalnız’ve ‘Kandan Adam’ sonrası kaleme aldığı üçüncü romanıyla yeniden biz okurlarının karşısında. Eserlerini, Yediler Teknesi’nin satır aralarında belirttiği gibi; Hatırlamak için yazıyor, unutmak için okuyorum! felsefesiyle özetleyen Çelik, yeni romanında Eyüp karakteri üzerinden alacakaranlık bir geçmişin ayak izlerini bir dedektif titizliğiyle sürmekte. Roman, sürükleyici olay örgüsü, kurgusal donanımı, yan karakterlerin gerçekçi monologları ve sinematografik anlatı öğeleri, geriye dönüş tekniğinin ustalıkla kullanılması, yalın ve çarpıcı diliyle benzerlerinden ayrılan özgün bir yapıya sahip. Kimlik, mekân, hafıza, tanıklık, aşk, savaş ve mültecilik kavramlarını irdeleyerek anlatısını zenginleştiren yazarımız, bu temel izlekler üzerinden okuyucuyu, kurgusal olandan gerçeğe, yakın olandan derin perspektifli alt katmanlara doğru eleştirel bir gözle yeniden bakmaya zorluyor.
E. M. Forster roman için şunu belirtir; Tarihçi kaydeder, ama romancı yaratır! Çelik, bu romanıyla tarihsel yazı dilinin resmiyetinden sıyrılmayı başarır, evrensel bir yaratının kodlarını sunar bize. Bir yüzleşme romanı olan Yediler Teknesi’nin ana kahramanı Eyüp, kirli ve karanlık geçmişiyle hesaplaşmak isteyen kalbi huzursuz yaşlı bir Marangoz. Kılcal damarlarına sinen pişmanlık zehrini içinden söküp atabilmesi, manevi huzura kavuşabilmesinin yolunu Arın Nehri kıyısındaki marangozhanesinde kendi elleriyle inşa edeceği teknesinde aramakta. Planın kusursuzluğu iki etkene bağlı; Bulacağı cesetlere ait kemikleri dini vecibelerine uygun olarak gömebileceği bir mezarlık ve namazlarını cemaatle kılabileceği yedi gönüllü insan. Yedi rakamı semboliktir. Yediler Tekkesi’ne atfen seçilmiş gibi. Valizdeki eşi Sabahat hanımın ölü bedenini es geçmeden (Eyüp, daha fazla acı çekmesin diye boğarak öldürüyor eşini!) teknenin diğer sakinlerinin altı ayrı bölümde kendi ağızlarından derinlikli hikâyelerini dinliyoruz. Tekneye çeşitli hayvanlardan çifter çifter alınması, şiddetini artıran yağmurla suyun debisinin hızla yükselmesi, yolculuklarında hazırlıksız yakalandıkları korkunç fırtına, yıldırımlar ve azgın dalgalarla boğuşan geminin alabora olup parçalanması, yolcuların bitkin bedenlerinin kumsala vurması, Kutsal kitaplardaki Nuh Tufanı anlatısıyla simgesel olarak paralellikler oluşturmakta. Hiç hatıram yok, hatırası olmayan bir insanın aklı olur mu? Hatırası olmayanın inancı olur mu?
Kule metaforu, George Orwel‘in 1984 adlı romanındaki Big Brother’ini anımsatmakta. Bir çeşit Komuta Kontrol Merkezi. Hayatı felç eden elektrik kesintileri, süregelen sıkıyönetim, olağanüstü hal uygulamaları, sokağa çıkma yasakları, devriye timleri, asayiş kontrol noktaları, büyük savaşın yaklaşması, toplumu korku ve itaate çağıran kesintisiz kara propaganda, kitlelerin manipülasyonu benzeri distopik izlekler bu saptamamızı doğrular niteliktedir. Koş Kerberos, geç kalırsak kule canımıza okur! Toplumsal hafızanın köreltilmesi, iktidar bekasının her koşulda tesisi, korku iklimini halkın kılcal damarlarına enjekte ettirebilmek için yirmi dört saat özveriyle çalışan kule, Gobbels’in kara propaganda tekniğiyle harmanlanan şu ironik mottoyu zihinlerinize kesintisiz işlemektedir; Huzurunuz huzurumuzdur!
Kulenin dilini bilmeyenlerdil zabitlerince cebren uyarılmakta, ihlalin sürdürülmesi halinde suçlular şiddetle cezalandırılmaktadır. Çünkü resmi dil daima Devlet Dili’dir! Vatandaşların kendi aralarında hatta evlerinde bile olsa ana dilini konuşması Kule Ülkesi’nde tehlikeli ve yasaktır! Kulenin uzaktan görünen ihtişamı ile önünde durduğu evin pespaye hali benzeri cümleler,varsıl ve yoksul sınıflar arasındaki derin uçurumu zıtlıklar tablosu gibi gözler önüne sermekte. Şehir kötülüğe teslim olduğundan beri ne cemaat nede taşı ayakta tutan bir ruh kalmıştı. Şehrin elle tutulur kötülükle mücadele eden tek yeri kuleydi artık.
Önce, kapısına bırakılan ve oğluna ait olduğunu bildiği eski bir çift ayakkabı. Sonra, hiç tanımadığı kişilerce -üstelik kendi meskeninde- feci şekilde dövülmesi, ardından eline zorla tutuşturulan tahta bir kutu. Eski Ahşap kutudaki ‘Kayıp’ oğluna ait birtakım kişisel eşyalar. Oğlunun el yazısıyla yazılmış ama nedense adresine gönderil(e)memiş esrarengiz bir mektup. Aklı hala mektuptaydı korktuğu olmuştu mektubun başkasının eline geçmesi durumunda başına nelerin gelebileceğini biliyordu… Bu gizemli mektubun ‘Gordion Düğümü’ romanın son sayfalarında arzuhalcinin dilinden ilmek ilmek çözülürken, Eyüp‘ün gençlik yıllarında aslında kim olduğunu, sakladığı ve işlediği onca günahın gerçekte ne olduğunu ipuçlarıyla açıklıyor okuyucuya. Eyüp’ün, öncesinde Kuleye çalışan emekli bir muhbir/ajan olduğunu öğrenince derinden sarsılıyor insan. Acıma duygunuz yerini intikam hırsına bırakıyor. Yıllarca masum insanların yargısız infazını gerçekleştiren, anaların gözyaşlarında kirli ellerinin parmak izi olan eli kanlı bir tetikçiymiş meğer! O kendisine acıdığımız dev buzdağının ansızın eriyişine tanık olmakla okurlarını ters köşeye yatırıyor birden. Oğlunun mektubundan, onun bilinçli bir tercihle intiharı seçtiğini anlıyoruz. İntihar nedeni ise babasına evlat acısını tattırarak bir nevi intikam almak. Her baba eksik bir oğul bırakıp gidiyordu bu dünyadan…
Annem babamın ayakkabılarını kapıda gördüğünde sustu. Hayatım boyunca bu denli çok şey anlatan bir suskunlukla karşılaşmadım… Bu puslu coğrafyada, gecenin bir vaktinde, ev sakinlerinden birinin ayakkabısının avluya/kapıya bırakılması, o kimsenin artık hayatta olmadığına, yargısız infazının gerçekleştirildiğine veya bir faili meçhul cinayete kurban verildiğine kanıttır!
İnsan yaşadığı yerin değil, ölmek istediği yerin yerlisidir! Vatan tanımının alışılmışın dışındaöznel bir perspektifle irdelenmesi,mülteci kavramının aidiyet kavramıyla ilişkilendirilmesi, modern çağın kanayan yarası mülteci/sürgünlerin zorunlu nedenlerle sığınmak zorunda kaldığı ülkelerde hep bir yabancı olarak etiketleneceği, asla gerçek bir vatandaş statüsüne erişemeyeceği gerçeğiyle okurunu yüzleştirmekte, kültürel empati kavramını önyargılı bilinçlerimizde – ‘üstenci dil’ tuzağına düşmeden- dikkatle oluşturmaya çalışmaktadır.
Kendime koşmaktan yoruldum… Sait-Yezdan- Santur ve Dılşa karakterleri üzerinden büyülü gerçekçiliğin karasularında dolaşmakta, bir aşkın dil, din, ırk ve engel tanımayan sınırsızlığına tanıklık etmekle birlikte, onların birbirlerine kavuşabilme mücadelesindeki ölümü göze alan cesaretlerine hayranlık duymamanız içten bile değil. Farklı etnisite/dini cemaatlere mensup bu sıradan insanların tarihi ve coğrafik koşulların mayalanmış ağıtsal hikâyelerini dinlerken, yaşadıkları bütün o içsel acılara sırdaş, yüreklerini cehenneme çeviren gizil aşk yaralarına merhem olmak istiyorsunuz.
Biz halkımızın kitabı, kütüphanesi, özü ve sözüyüz, Sesimiz, nefesimiz çıktığı müddetçe kitap kitap okunacağız… Sözlü anlatı geleneğinin korunması, popüler kültürün dayatmasıyla gün geçtikçe unutulmaya terkedilen dengbej’lik kültürünün genç kuşaklarca korunması ve yaşatılmasına yönelik entelektüel bir tavır, içtenlikli bir yakarış var. Çılgın Hallacı Mansur’un derisi olup giydiriyordu onu, Nesimi‘nin kederi, Pir Sultan’ın sözü, Aşık Veysel‘in sazına söz oluyordum…
İlerleyen sayfalarda bilinçli karakter seçimiyle birlikte mekânsal tercihlerin öznelliği söz konusu. Bu dengeli seçim, unutkan hafızalarımızı tekrardan yoklamakta, gizil-bulanık yanlarımıza nesnel bir ışık tutma isteğinden olsa gerek. Kaymaz Sokak (Uğur Kaymaz), 13 nolu Drone (Uğur Kaymaz‘ın yaşı), Revan Radyosu (Erivan Radyosu), Cerasus (Cerablus) Talip (İlerde Hep Yalnız) Ahmet Boz (Kandan Adam) Siderya, Kerberos ( Mitolojide ölüler ülkesi Tanrısı Hades’in oniki başlı köpeği) Arın Nehri, Safiris v.b.
Yediler Teknesi, sizi görkemli bir kalemin tarihi tanıklığına çağırıyor. Tarih, unutkanlar için kanlı bir aynadır. Günahları ve kanlı tarihleriyle yüzleşmekten korkmayanlar bu yalınkılıç sese mutlaka kulak vermeli…
- Yediler Teknesi – Abdullah Aren Çelik
- Everest Yayınları – Roman
- 200 sayfa