Yazıma Didem Madak’ın hayatı hakkında kısa bir bilgi ile başlamak istiyorum.
1970 yılında İzmir’ de doğmuştur Didem Madak. Liseyi burada tamamlamış ve Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiştir. İlk şiirleri Sombahar ve Ludingirra dergilerinde yayımlanmıştır. İlk kitabı Grapon Kağıtları İnkılap Kitapevi Şiir Ödülü’nü almış ve sonraki yıllarda iki kitabı daha yayımlanmıştır. Ah’lar Ağacı ve Pulbiber Mahallesi. 2008 yılında kızı Füsun dünyaya gelmiş ve 2011 yılında (41 yaşında) kanserden hayatını kaybetmiştir.
Didem Madak mısralarının içinde kaybolmaya başladığınız zaman burnunuza ıhlamur kokuları, ağzınıza çilek reçeli tadı gelir. Aslında onu okumak demek gündelik hayatı okumak demektir. Bir bakmışsınız banka kuyruklarında şapkalı amcalarla, yaşlı ninelerle sohbet ediyorsunuz. Sobanın üstünde sucuklu yumurta pişirip, sokakta kedilerin başını okşuyorsunuz. Bazen de mutfağa geçip ekmek kızartıyorsunuz. Kardeşinizle küçük odanızda hayal denizine doğru yol alıyorsunuz.
Didem Madak’ın haykırışlarını duyarsınız şiirlerinde. Bazen mutluluk bazen acı bazen yalvarış.. Yalnızlığında yazmayı tercih etmiştir ve bu yalnızlık aslında ona çok şey katmıştır. Anne hasretini içinden bir türlü atamamış, kardeşine (Işıl’a) sığınmıştır ve her defasında bunu dile getirmiştir. Ben ne zaman onu okusam bir abla, bir anne sıcaklığı hissediyorum; diyorum ”Ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.”
Didem Madak, etrafımızdaki nesneleri duygularıyla kaynaştırıp önümüze sunan bir şairdir. Şiirlerini sadece hayali şeylerle donatmayıp gerçeklikle süslemiştir ve bu onu Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri yapmıştır.
Hepimiz onun Ahlar Ağacı’yla biliriz. Bununla ilgili bir anekdot paylaşmak istiyorum sevgili okur. Didem Madak bir röportajında kendisini ‘ah’ sesine getiren yolculuğun nasıl olduğunu şu cümlelerle açıklamış: ”Grapon Kağıtları’ndaki şiirleri yazdığım dönemi izleyen üç seneye yakın bir dönemde iki şiir dışında hiç şiir yazmadım. Hiç o dönemdeki kadar çok ah demedim. Sürekli ah dediğim için uyarırlardı beni çevremdeki insanlar. ”Ah denmez.” derlerdi, ”af denir.” O dönemde hep sıkıntıyı azalttığına inanılan hediyeler verildi bana. Akik taşlı yüzükler, muskalar falan. Sabrı öğütleyen bir kum saati bile hediye edilmişti. Herhalde şimdi de bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilemenin vakti geldi. Virginia Woolf’un Orlando’sunu çok severim. Orlando yıllarca göğsünde taşıdığı ve bir meşe ağacından esinlenerek yazdığı şiiriyle ünlü olur ve bir ödül kazanır. O zaman kitabını kendisine esin veren meşe ağacının altına gömmeye karar verir. Ve simgesel cenaze töreninde şöyle bir konuşma yapmayı plânlar: ‘Bunu bir armağan olarak görüyorum diyecektir, toprağın bana verdiklerinin toprağa geri dönmesi olarak.’ Galiba ben de bütün birikmiş ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüm. Bu yüzden ‘Ah’lar Ağacı’ bir şiirden çok bir ağıt olabilirdi esasında. Kendi acısıyla dalga geçen ve gülerek acı çeken bir kadın ani bir manevrayla şiiri ele geçirdi ve en başta ‘iç ses’ diye söylenen ağlak kadınla, ‘Yıldırım Gürses’ diye cevap verip dalga geçti. Ve aptal aptal güldü bir de buna. Şimdi ‘Ah’lar Ağacı’nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara.’ ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere…”
‘’Hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabî şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.’’
Bu söyleşide kendini böyle tanımlamış sevgili Didem Madak. Ütüsüz ve buruşuk ruhu şiirle var oldu. Hüznünü, sevincini mürekkebi rutubet olan bir kalemle yazdı.
Ah bayım! Mutsuzluğuna da bir bilet aldı dünyanın bütün sabahları için. Bekledi bekledi.. Neyi bekliyorsa hep onu bekledi..
Yağmurlu havalarda kedilerin gıdılarını okşadı. İnanın bayım! Kendinin yokluğunda çok kitap okudu yeniden var olmak için. Bazen de sokakta bir kuş ölüsü bulmuş gibi ağladı, ağladı.. Yağmur bile onu ayıpladı.
”Ben bir bodrum kat kızıyım.” dedi bayım! Yalnızlıktan başka imparator tanımazdı onun bodrumu; plastik vazolar gibi hiç kırılmadı ama hep korktu bayım!
Öyle zamanlar oldu ki kalbini eski bir plâk gibi sürekli tersine çevirdi. Bazı zamanları ipek mendille sarıp saklamayı diledi bayım!
Bir salyangozun izlerine takıldı kaldı. Ardı sıra yollara hayal kırıklıklarını bıraktı. Aşkın yüzünden düşen bin parçayı toplamaktan hep yoruldu bayım!
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden, saf ve pembe gülümserdi. Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi tırnaklarıyla düzeltemedi bayım! Yıllarca biriktirdi rengârenk çokomel kâğıtlarını kitap aralarında. Aşık olduğunda da çikolata koktu kırmızı yazgısı.
Nergis kokulu cehaletleri vardı bayım! Ruj lekeleri bıraktı bardaklarda. Anlatmak istedi kendini durmadan bir bardağa bile olsa. Ne diyecekti, ne söyleyecekti bir ‘ah’ tan başka bayım!
Kâğıttan gemiler yaptı kalbinde ki hiç biri karşıya ulaşmadı bayım! İnsan hiç kaybolmayı ister mi? O işte istedi bayım! Uzaklara gitti hep.
Miraç gecelerinde bir peygamberin kanatlarında teselli aradı, bir dost aradı, bir şiir aradı.. Kayboluşunu aradı bayım! Acının ortasında acısız kalmayı öğrendi.
Baharda leylaklar açardı boynunda. Mor ve pembe konuşurdu karanlıkla. Sözleri vardı içinde işe yaramayan, sözlerle konuştu karanlıkta.
Saçlarında kiraz bahçeleri vardı, salıncak kuruyordu dallarına çocuklar. Hep o düşüyordu bayım! Hep o..
Uyumadığı gecelerin sabahında, gözaltlarından mor çocuklar doğardı. Mor çocuklarına ninni söylerdi sabah ezanları. Fırtınada ters çevirilen şemsiyelere benzerdi duaya açılan avuçları.. Avuçlarına kar yağardı bayım! Kimi zaman tipi.. Kaç kere kendi avuçlarında mahsur kaldı. Kaç kış geçti, o hep mahsur kaldı bayım! Kocaman bir kardan adam yaptı içine bir çocuk şair..
Secde eden alnını, şarap içen dudağıyla öpmek istedi.. Dizlerinde ve dirseklerinde nasır tutan arayışını beyaz bir merhemle ovmak istedi bayım!
Sağlam bir halatla çekiyordu acıyı kendine doğru. Siyah iş günleri müdahele ediyordu hayatına. Mor bir köşe yastığı gibi isyankâr oturmak istiyordu kimi zaman.
Şiirleri için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmadı hiçbir zaman bayım!
AH BAYIM AH!
İşte sevgili okur, Didem Madak böyle bir kadındı. Ölümünün ardından Pulbiber Mahallesi sakinlerini öksüz bıraktı. Ah’lar Ağacı meyve vermez oldu. Ah diyorum şimdi ah! Kaç ah döküldü ağzımızdan onun ardından..
SENİ HİÇ BİR ZAMAN UNUTMAYACAĞIZ ÇİÇEKLİ ŞİİRLERİN KADINI!
- Vasiyetimdir; dalgınlığınıza gelmek istiyorum ve kaybolmak o dalgınlıkta..
- İç ses diye söylendim. Gel! Ah’lar Ağacı’ndan sende biraz meyve topla.
- Kim bir şairi kırsa
Şair gider uzun bir dizeyi kırar mesela
Bilirim kim dokunsa şiire
Eline bir kıymık saplanacak.
Bilirim kırılmış dizeleri tamir etmez zaman
Yorgunum oysa
Durmadan kendime bir tunç uyak aramaktan. - Affet bu siyah ve transparan duayı, ben zaten gecenin arka cebinde falçatayım..
- Yorgunum, kahvem çamur gibi
Batmaya da razıyım, artık beni anla
Yeter ki sen beni
Hiç yazamayacağım bir romanın kollarına atma…