Gündemin yoğunluğundan ziyade sığlığından ve popüler edebiyat sakilliğinden sıkılanlar için Fransız avangard edebiyatçı René Daumal’in (1908-1944) Analog Dağ isimli romanı iyi bir seçim olacaktır. Zira pek bilinmeyen ve çok farklı bir edebiyat dünyasının (para-sürrealizm ve patafizik) kapılarını açıyor. Kitap ve yazar bağlamında yeni keşifler konuya ilgi mukabilinde artacaktır. Bu edebiyat türü sıradışı eleştiri ve tepkilerin edebi izdüşümü olarak değerlendirilebilir.
Paris Yayınları’ndan çıkan Analog Dağ’ın çevirisi Orhan Düz’e ait. Yüz kırk dört sayfalık “bitmemiş roman” beş bölümden oluşuyor. Roman bitmemiş çünkü yazar eserini sonlandıramadan hayata veda etmiş. Bu durum ona teknik olarak ucu açık bir hikâye özelliği kazandırıyor. Eserin baş tarafında René Daumal’in hayatı, felsefi düşüncesi ve eserin içeriğiyle ilgili bilgilerin aktarıldığı “Çevirmenin Önsözü” yer alıyor. Romana geçmeden önce bu kısmı dikkatli okumanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Zira eseri anlamlandırma açısından önemli detaylar içeriyor. Bunun dışında, kitabın sonunda romanla ilgili taslak diyebileceğimiz ekler bulunuyor. René Daumal’in ömrü kifayet etse romanı nasıl bitirmeyi planladığını bu eklerden öğreniyoruz. Anlatım yöntemi olarak ‘ben’ anlatıcı tekniği uygulanan ve yaşam-öyküsel yönü olan roman yazarın hayatından enstantaneler içeriyor. Eseri akış açısından iki bölüme ayırabiliriz: Dağı bulmak için keşif gezisi düzenlenen süreç ve sonrası. Keşif süreci felsefi ve fantastik bir dile sahipken ikinci bölümde maalesef aynı canlılık ve çarpıcılık bulunmuyor.
Analog Dağ son derece ilginç bir çalışma. Metinde bilim, felsefe ve metafiziği harmanlayan yazar şiirsel bir dil kullanıyor. Sembolizm açısından oldukça zengin olan eserin özgün bir fantazya dünyası var. Dinsel motiflerin yanı sıra özellikle Hint mistisizmi ve Yunan mitolojisine atıflar bulunuyor. Bu durumu René Daumal’in psişizme olan ilgisiyle açıklamak mümkün. Üslup bakımından zihni zorlayacak derecede gizemli bir roman. Okuru soyutluğun uçlarında gezdiriyor yazar. Kültürel, dinsel ve mistik evrende dağ imgesi ya da imajının anlamsal karşılığının göstermeye çalışıyor. Modern dünyada hem bilimsel hem de coğrafi keşifler nedeniyle dağ fenomeninin kutsal/mistik boyutu yok olmuştur. Dağ olgusunun gücünü devam ettirmesi için tabanının ulaşılır; zirvesine ulaşmanın ise imkansıza yakın olması gerekmektedir.
Romanın anlatıcı karakteri bir dergide yayınlanan makalesinde maddi gerçekliği olmayan bir dağdan bahsetmiştir. Dünya’nın en yüksek zirvesi olarak nitelediği bu dağ metafizik alemle maddi alemi birbirine bağlamaktadır. Daha ilginci, bu dağın nerede olduğu ve oraya nasıl gidileceği de belli değildir. Makalenin yayınlanışından birkaç yıl sonra yazarın eline geçen bir mektupta dağın varlığına inandığını söyleyen biri görüşme talebini iletmektedir. Buluşan ikili dağı bulmak için keşif gezisi düzenlemeyi planlar ve bazı dostlarıyla birlikte yola çıkar. Keşif gezisine katılanların ortak noktası dağcılığa olan düşkünlükleridir.
Kurgusal bir metindeki hayali bir dağın peşine düşmek akıl işi değildir fakat keşif bilimsel veriler ışığında yapılacaktır. Dünyanın en yüksek dağının şimdiye kadar keşfedilmemiş olmasını Albert Einstein’ın (1879-1955) “izafiyet teorisi” ile açıklıyor yazar. Newton Fiziği’ni (1643-1727) geçersiz hâle getirerek uzay-zaman konusunda yeni bir anlayış getiren Einstein Fiziği’ne göre gök cisimlerinin uzay boşluğuna yaptıkları etkileri insanın optik yanılsama yaşamasına neden olmaktadır. Doğru ölçüm ve oranlama yapıldığı takdirde bu dağ bulunabilecektir. Keşif gezisine çıkan ekibe öncülük eden kişinin yaptığı hesaplamalar sayesinde dağın hem dünya üzerindeki konumu saptanmış hem de izafiyet teorisi yardımıyla yaşanan optik yanılsamanın çözümü bulunmuştur.
Eleştirel yazılar yazan René Daumal ve arkadaşları yapay buldukları dadaizm ve sürrealizmi reddeden sanatsal bir anlayışa sahiptir. Onlar kuramsal olan ve kurallar içeren tüm görüşlere mesafelidir. Bedenden çıkma ve doğum-öncesine dönme fikrinden mülhem duyuları sistematik bozuma uğratmaya yönelik deneysel bir metafizik eylem içine girmişlerdir. Öyle ki, bu eylem esnasında haşhaş, afyon, eter gibi uyuşturucu maddeler kullanıp mantık-öncesi çocuksu sezgi ve algıyı harekete geçirerek hakikate ulaşmayı amaçlamışlardır. Kendilerine “Basitlik Yanlıları” diyen bu grup psişik ve metafiziksel çaba içindedirler. Kaleme alındığı dönem açısından modernist Batı düşüncesinin tıkandığı bir zaman dilimine tekabül ettiği görülüyor. Zaten bu dönemde anlamsızlaşacak kadar aşırıya kaçan tepkisel ve eleştirel eğilimler öne çıkmıştır. İnsan ontolojik olarak toplumsal ve maddi bir varlık olduğu kadar bireysel ve ruhsal yönü de bulunmaktadır.
René Daumal her şeyden önce insanın metafiziksel yanına dikkat çekerek anlamlandırılması gerektiğinin altını çiziyor. Onun ‘aşırı’ yöntem ve düşünceleri göz önüne alındığında istenilen sonuçları vermeyeceği açıktır. Konjonktürel olarak dünyanın tamamında buhranlı bir dönem yaşanmaktadır. I. Dünya Savaşı yıllarıdır ve moderniteye karşı özellikle sanatsal bir tepki doğmuştur. O dönem incelendiğinde birçok sanatçının benzer eğilimler göstererek aşırı tepki verdiği görülüyor. Doğal olarak bu tutum sanatlarına da yansımıştır. Kısacası sanat özelinde insanın metafizik yanının ya ihmali uğratılışına ya da suni çalışmalara kurban edilişine dikkat çekiyor. Daumal’in ikinci mesajı ise açıkça ekolojik denge üzerinedir. İnsanın doğal dengeyi bozması durumunda başına gelecek felakete dikkat çekerek ikaz etmektedir. Bu uyarı için oldukça erken bir dönem diyebiliriz fakat onun hassasiyetinin sonucu olan bu fütürist öngörünün bugün gerçekleştiğini görüyoruz. René Daumal, Analog Dağ’da hem aykırı bir modernizm eleştirisinde bulunuyor hem de varoluş sancıları içinde hayatın anlamını sorguluyor. Bu özgün anlatımı bilim, felsefe ve metafiziği sentezleyerek oluşturmaya çalışıyor.