İthaki Yayınları editörlerinden Alican Saygı Ortanca ile yayınevinin dününü, bugününü ve yayın programını konuştuk.
Söyleşi: Caner Almaz, Muhammed Atalay, Merve Akıncı Almaz
İthaki Yayınları’nın kuruluş öyküsünü bizlere anlatır mısınız? Nasıl kuruldu, kurulma amacı neydi, okur kitlesi olarak kimleri seçmişti?
Kurucusu Ünal Koçak Kadıköy’deki Penguen Kitabevi’nin sahibi. Bundan üç sene öncesine kadar çarşıdaydı, şimdi Bahariye’de şubesi. Kitapçı olarak başlamış işe. O dönemlerde en iyi müşterileri lise öğrencileriymiş. Gençlerden bilimkurgu, fantastik, böyle şeyler istiyoruz şeklinde talepler geliyormuş. Bu tarz kitapları yayımlayan çok az yayıncı var, onlar da çok fazla kitap yayımlamıyorlar.
Direkt okur dönüşlerinden yola çıkılarak kuruldu yani.
Tabii, direkt okur dönüşleriyle, kimin ne okuduğunu ne istediğini görerek. O zamanlar sektörde fazla boşluk var. Bu alanda, yani fantastik ve bilimkurgu alanında boşluk var. O dönemde gençlerin istekleri doğrultusunda işe giriyorlar. Daha önce yayıncılık geçmişleri yok, yol gösterecek kimse de yok. Diyorlar ki, yayınevi kuralım. O dönemde, şimdi Metis’te editör olan Savaş Kılıç’la beraber hareket ediyorlar. Savaş Kılıç da yirmi yaşında o zamanlar, kurucu editörlerinden biri. Hem üniversite öğrencisi, hem İthaki editörü hem de çevirmenlik yapıyor. Yayınevini iki kişi düşünmek lazım, Ünal Bey’le beraber başlangıçta Savaş Bey var. İlerleyen süreçte Ahmet Öz katılıyor kadroya. İlk kitapları, Arthur C. Clarke’ın Bir Uzay Efsanesi. Bu kitap yayın programını bir yandan açıklayan, gösteren bir şey. O zamanlar kimse basmazken, yüz sene sonra ilk defa Dracula’yı tam metin basıyorlar. Poe’nun bütün öyküleri yayımlanıyor. Dost Körpe, Ünal Bey’le tanıştıktan sonra çevirmenliğe giriyor.
Yani piyasanın içinde ayrı ayrı yerlerde olan bilimkurgu ve fantastik edebiyatla ilgili kişileri birleştiriyorlar bir nevi…
Evet, evet. Bu arada şu yayınevlerini göz ardı etmemek lazım: Sarmal Yayınları var o zamanlar. Metis var. Metis bu tarz basıyor ama çok sınırlı. İthaki’nin ilk yüz kitabına baktığımızda, elli-altmış tanesi edebiyat ve bunun yarısından çoğu bilimkurgu-fantastik üzerine. Klasikler basılıyor, Jack London uzun süredir yayımlanmıyorken yine ilk kez İthaki yayımlıyor. Adım adım diziler başlıyor. İthaki’nin büyümeye başladığı yer, 2006-2007 gibi, Tolkien’in haklarını aldıktan sonra oluyor, iş başka bir yere dönüyor. Kendi çizgisinde yayıncılık yapıyor, tabii inişler çıkışlar oluyor. Hiç bilimkurgu fantastik basmadığı bir dönem var üç-dört sene. Kendi köklerini bıraktığı zamanlar. Modern edebiyat yapacağız diye düşündükleri bir dönem. Başka kitaplar serisi o zamanlar başlıyor. Farklı girişimler, farklı tarzlar oluyor. İyi yazarlar geliyor, gidiyor. Bu sırada şöyle bir şey de var: Kemal Tahir’i alıyorlar, küçük bir yayınevi olmasına rağmen. Mehmed Uzun’u alıyorlar. O dönemde zor bir karar. Kürtçe kitaplarını basıyorlar. Küçük yayıncı olmanın cesareti bir anlamda, büyük yayıncıların cesaret edemeyeceği şeyler. Kürtçe nereye yayımlıyorsun, mümkün değil! Kaan Arslanoğlu’nun kitapları yayımlanıyor, yerli yazar topluyorlar. Sonra çoğu yazar dağılıyor, başka yerlere gidiyor. Şimdi yine baktığımızda o çizgiden farklı değil. Bundan on beş sene önce Kemal Tahir alınmıştı, bu sene itibariyle Yılmaz Güney kitapları yayımlanmaya başladı. İlk beş sene yaptığı şeyleri, son senelerde yaparak özüne döndü İthaki. Sanıyorum ki fark etti, daha derli toplu, dişe dokunur işler yapan bir yayınevi oldu.
Bu konuda geri dönüşler alıyor musunuz?
Evet, tabii. İthaki kitaplarını okuyup yetişen bir okur kitlesi var. Ben de onlardan biriydim. İlk Jules Verne kitabımı İthaki sayesinde okumuştum. Bu insanlar belirli bir yaşa gelecek ve çocukları olduğunda onların o yaşlarda okuduğu kitapları alacakları bir yayınevi olsun isteyecekler. Ama İthaki bir süredir vazgeçmişti, sonra geri döndü özüne. Ve geri dönüşler çok iyi oldu bu anlamda. Bir yandan felsefe, sosyoloji, siyaset alanındaki çalışmaları yayımlıyoruz, bunları da boşlamamayı çalışıyoruz. Akademik ağırlığı olan kitaplar. Bunlar yayınevi için, bu seviyedeki bir yayınevi için olmazsa olmazlar. Prestij meselesi. Bir süredir yerli yazar basmıyorduk, yine geçtiğimiz sene itibariyle yerli yazarlar yayımlamaya da başladık.
Günceli de yakalamaya yönelik…
Yakalamaya çalışıyoruz, yakaladık diyemeyiz o anlamda. Üç sene önce Suat Derviş kitaplarının yayın haklarını aldı İthaki, onları yayımladı. Onlara devam ediyor. Bunlar prestij, dediğim gibi. Yılmaz Güney de öyle. Yılmaz Güney’i, Kemal Tahir’i, Mehmed Uzun’u yayınlamak duruş meselesi. Aynı zamanda da cesaret işi, her yayınevinin yayın programına koyabileceği şeyler değil. Gittiği yeri çok domine de edebilirler, orada çok sırıtabilirler de. İthaki’yle uyum sağlıyorlar. O açıdan biz memnunuz.
İlk kitap her zaman çok riskli bir iş. Tezcan Topal, Murat Dural vs. de basıldı. Yerli ilk kitaplar için nasıl bir kriter belirleniyor?
Son birkaç senedir İthaki çok fazla yerli yeni yazar yayımladı. Bu kitapların editörü Yankı Enki’dir. Yankı Bey önce konuya göre bir eleme yapıyor. Çok iyi bir kitap; diliyle, üslubuyla anlattığı konuyla kendini belli ediyor, ona hayır dememiz mümkün olmuyor ki böyle eserler geliyor düzenli olarak. Biz çok ikilemde kalıyoruz. Bazen yönlendiriyoruz başka yayınevlerine. Ama bazen de biz yayımlayalım istiyoruz. Murat Dural’ın, Galip Dursun’un, bu ay çıkacak Mehmet Berk Yaltırık’ın kitapları, konu itibariyle İthaki’ye uygun. Fantastikle, korku ve büyülü gerçekçilikle temas halinde olan kitaplar. İthaki için de doğru kitaplar ama şöyle bir durum var. Bu tarz çok fazla dosya geliyor.
Nasıl seçiyorsunuz?
O anlamda dil ve üsluba gerçekten dikkat ediyoruz. Çok çeviri kokan kitapları istemiyoruz çünkü biz türün yurtdışında üretilen en iyi kitaplarını burada yayımlıyoruz. Bu kitapların yanında Türkiye’de onun kopyasını yayımlamanın bir anlamı yok.
Özgünlük arıyorsunuz.
Evet, evet. Mesela Mehmet Berk Yaltırık’ın kitabında Osmanlı’yı anlatması bir kriter, kendi dünyasını yaratmış olması başka bir kriter. İster istemez arıyoruz çünkü zaten çok iyisi yapılıyor. Yüzyıldır yapılıyor. Hiçbir anlamı yok. Amerika’da ellilerde yazılan bir şeyleri yayımlıyoruz burada mesela. O zamanlar adamlar Soğuk Savaş döneminde, tarih değiştiren kitaplar yazılıyor. Düşünün ki, kitaplardan etkilenip kendilerini, teknolojilerini geliştiriyorlar. Bu durum bize bir yandan yabancı fakat orada yıllardır basılıyor bu kitaplar. Hiçbir anlamı yok, kralı yazılmış zaten. Çıkamazsın üstüne. Onu kabullen, de ki ben bir şeyler öğrendim ya da öğrenmedim. Ona göre kendi dünyanı yarat. Dil, üslup taklidi çok fazla. O çok büyük bir problem. Bir yazarı okuduğunda o yazarı hissetmek önemlidir. Anlamalısın, bu cümleyi, paragrafı ancak bu yazar yazabilir, duygusunu, düşüncesini hissetmelisin. Öyle şeyler geliyor ki, on tane dosyayı yan yana koysak hepsini aynı kişi yazmış gibi. Örnek vermek gerekirse: Gelen dosyalardan birini yazan arkadaş “İlk kitabım, diyor, “fantastik yazdım. Şöyle bir ırk yarattım,” diyor, “onların tarihçesini yazacağım,” diyor, “onların kutsal kitabını yazacağım,” diyor ama on ikileme… Çok güzel de adım adım yapsa keşke… Tolkien bile Hobbit’le Yüzüklerin Efendisi arasında otuz sene ara vermiş. Adam bir dünya yarattı, minik minik basıldı onlar. Yeni nesil çok heyecanlı. Tüketimle de çok alakası var bunun. İnsanlar bunu görüyor ve yapabileceğini düşünüyor. Örneğin, Wattpad meselesi var. Geldi, yazdı, okundu, bitti ve devam edelim. Dizi izlemek gibi bir hale gidiyor. Ama teknik olarak kitaplar o çizgide değil.
Wattpad’den alıyor musunuz?
İthaki’ye almıyoruz. Şöyle olur… Wattpad’de gerçekten güzel bir seri yazmıştır, uygundur, o zaman alınır. Onunla ilgili bir sıkıntım yok. Ama bu şununla alakalı: Daha ilk kitabını bitirmeden yedinci kitabını yazan arkadaşların dünyaya bakışları ve kitaba, edebiyata bakışı büyük problem. Diğer bir editörümüz Selçuk Bey, üslup konusunda çok titizdir. İyi bir dil ve üslup varsa konuyla ilgisi olmasın, kurguyu beğensin beğenmesin, dosyayı kabul etme taraftarı. Çünkü bunu yapabilen insan her şeyi yapar. Dil ya da dili oturtmak daha zor bir şey. Kurguyu bulursun, üzerine çalışırsın, tekniğini geliştirirsin ama dil daha fazla pratik isteyen, daha fazla çalışma isteyen bir şey. Kurgu konusunda gerekirse biz yönlendiririz.
Başvurulara nasıl dönüşler yapıyorsunuz?
Bizim geri dönüşlerimiz ortalama dört ile altı ay arasında oluyor. Biraz yavaş dönüyoruz.
Dosyanın hepsi okunuyor mu?
Hepsi okunmuyor tabii, mümkün değil. Bazı yerler var, on sayfa okuyorsun ve diyorsun ki olmuyor, olmayacak, çok belli, sırıtıyor. Bundan birkaç ay önce bir yazara olumsuz geri dönüş yaptık. “Niye olmadı,” diye sordu. Çok fazla görüşmek istedi, ısrarla. “Görüşelim,” dedik. Konuştuk. İşte ben anlattım, dedim ki, “Bir sürü karakterin var ama ben hiçbirisini tanımıyorum, yolda görsem hiçbirisini tanımam. Sen bunu anlatmamayı tercih etmiş olabilirsin. Ama bir sürü çok güçlü karakter yaratmışsın. Mafya babası, profesör, böyle adamlar… Benim için hiçbir şey ifade etmiyor.” Dedi ki, “Ben bunu senaryo olarak yazmıştım. Bunu Nejat İşler oynayacaktı, bunu şu…” Ama ben onu bilmiyorum ki… Bunu bana anlatman lazım. Karakterleri bana tanıtman lazım, anlatman gerek. Hiç umrunda değil. “Televizyonda yayınlanacak,” diyor…
Yeni yayın döneminden bahsetmek ister misin? Neler gelecek?
İthaki kendi çizgisinde devam edecek aslında. Son birkaç yıldır yaptığı şeyleri tekrarlayacak. Üzerine koyarak yapacak diyebilirim. Kendi yazarlarımızdan Tolkien’in uzun süredir baskısı olmayan Peri Masalları Üzerine isimli makalesi; zamanında basılmıştı ancak o metinden farklı olan şöyle bir şey var: Şu an Tolkien araştırmacıları makale üzerine çalışıyorlar, basacağımız metnin içerisinde taslaklar da olacak. Eskiden böyleydi, şurayı çizdi, onun yerine bunu koydu, şunu buradan buldu, bunu buradan çıkardı şeklinde. Normalde yetmiş sayfalık bir makale, bizim yayımlayacağımız hali eklerle beraber iki yüz elli sayfalık bir metin olacak. O anlamda, meraklısına, edebiyat öğrencilerine güzel bir kaynak olabilecek bir çalışma. Bunun dışında bir aksilik olmazsa Ursula K. Le Guin’den en az iki kitap yayımlayacağız. Birisi daha önce hiç yayımlanmamış bir romanı: The Telling. Son kitabı zaten. Bir diğeri de non-fiction kitabı, Le Guin’in kadınlık ve anarşizm üzerine yazılarının toplandığı bir çalışma. Bu eserden zamanında Metis seçki yapmıştı. Metis’in yayımladığı, iki kitaptan birkaç makalenin derlenmiş hali. Ama o kitaplarda otuz beş-kırk makale var, biz tamamını yayımlayacağız. İki sene önce yayımladığımız bir korku kitabı vardı Kafes isimli, onun yazarının yeni kitabı gelecek. Hatta bu ay çıkıyor: Gölün Dibindeki Ev. Trendeki Kız’ın yazarının yeni kitabı gelecek, biz Mayıs-Haziran gibi ya da belki dünyayla aynı anda çıkarmayı düşünüyoruz; şu anda karar verebilmiş değiliz. Onun dışında bilimkurgu klasiklerine devam ediyoruz. Bu ay ya da bir ihtimal İzmir Kitap Fuarı için bu serinin yirminci kitabı çıkacak. Hiç ara vermeden, düzenli olarak yayınlıyoruz. Yirminci kitap da daha önce hiç yayımlanmamış bir kitap olacak. Robert Heinlein’ın Ay Zalim Bir Sevgilidir. Bu kitap şu açıdan mühim: Le Guin sosyalist açıdan başka bir gezegende ütopya anlatımı yaparken, Heinlein da liberalist bakış açısından anlatıyor. Tamamen beraber okunabilecek kitaplar bunlar. Heinlein’ın dili biraz daha esprili. Ama bu demek değil ki fikirlerini iyi anlatamıyor. O konuda da başarılı bir adam. Bunların yanında, bayadır baskısı olmayan, Asimov’un serisini tekrar yayımlayacağız, başlayacağız.
Gündem yoğun yani…
Gündem yoğun, bolca var. Onun dışında editörümüz Selçuk Bey, Chomsky dizisi başlattı. İlk kitabını yayımladık, oradan birkaç tane kitap gelecek. Yine non-fiction.
Yeni dizi var mı?
Yeni dizi projesi var ama bu sene başlatır mıyız bilmiyorum… Hazır aslında ama olacaksa bu senenin ekim ayı ya da önümüzdeki senenin ocak ayı olur. Seneye mi bırakmalı bu sene mi başlatmalı, program yoğun olduğu için netleştirmedik.
Ayda kaç kitap basıyorsunuz?
Zor bir soru… Çok basıyoruz… Tekrar baskılar haricinde en az on.
Bu kriz döneminde hiç azaltmayı düşünmediniz mi?
Düşündük de olmadı. Yani çok fazla kitap var bekleyen ve kitap bekletme taraftarı değiliz açıkçası. Çünkü her şeyiyle hazır, kapağıyla vs. Sadece matbaaya göndermek kalmış, üç aydır bu şeklide bekliyor kitap. Yayımlayalım artık diyoruz. İstesek de azaltamıyoruz.
Yayın programını planlarken kriterleriniz neler oluyor?
Kriterlerimiz şöyle: Fantastik, modern bilimkurgu, klasik bilimkurgu, Yılmaz Güney, Kemal Tahir, Suat Derviş, çizgi roman, bu sene başında başladığımız futbol kültürü dizisi, Dünya klasikleri vs. derken artıyor. Kurgu ya da kurgu-dışı varsa onları ekliyoruz. Baskısı olmayan kitapları yeni edisyon ve baskıyla yayımlamaya çalışıyoruz. İki ay önce, üç seneden sonra tekrar Madde 22’yi bastık. Ek olarak, onuncu yıl ya da ellinci yıl edisyonu gibi özel baskılar olabiliyor. Eklemeler çıkarmalar derken yeni bir kitap gibi hazırlanıyor. Bilgisayardaki hazır dosyayı gönder, yayımlansın işi yapmıyoruz. Böyle bakınca, Şubat ayında mesela, on üç kitap çıkarttık.
Bazı fantastik ya da bilimkurgu serileriniz pek çok ciltten oluşuyor. İthaki okurlarından, hepsini kucaklayıp, alıp gideni gördüm. Bu çok büyük bir risk mesela: Serinin tamamını yayımlamak. Bunu nasıl göze alıyorsunuz?
Onu göze almak zorundayız. Çok önemli bir seri ama on beş kitap mesela; biz yayımlamazsak yayımlanmayacak. O misyonu göz önünde bulundurmak lazım bir yandan. Örnek vereyim: Bir şehir fantazyası olan Dresden Dosyaları’nın beş kitabını yayımladık. Zamanında çok büyük paralar verilmiş haklarını almak için. Ve tutmadı Türkiye’de, olmadı. Bizim sözleşmelerimiz bitecek bu sene sonunda. Yurtdışı devam edip etmeyeceğimizi sordu. Beş yıldır tekrar baskısını yapan bir cilt bile olmamış. Devam edelim diyoruz, yurtdışında on dördüncü kitabı çıkmış mesela. Okuyan az da olsa, “Bunu yayımlayalım,” diyorsunuz, “okuyan insanlar var ve şansımızı deneyeceğiz,” diyorsunuz. Yurtdışıyla yeniden anlaşıp, fiyat düşürülmesini rica edip -ki genelde yardımcı oluyorlar- devam ediyorsunuz. Kemik kitle, sadık okur demek bir anlamda. Ne olursa olsun, o okur şunun farkında oluyor: Ben bunu alıyorum ve bana başka güzel kitaplar gelebilir, serinin devamı gelecektir. O anlamda ihanet etmiyorlar yayıncıya. Sizin de onlara sadık kalmanız gerekiyor. Sorun şu: On tane devam eden serimiz varsa hangi birini çıkaracağız? İki kitap arasına bazen bir sene girebiliyor, bunda da yapabilecek bir şey olmuyor. Ama devamlılık önemli ve buna özen gösteriyoruz. Bu türün okuru biraz tutkulu. Bir gecede oturup Yüzüklerin Efendisi üçlemesini seyretmek gibi, öyle bakıyorlar. Bir kitap bittiğinde hemen diğer kitaba başlamak istiyorlar. Çok anlaşılır ama yayıncı için o kadar kolay bir şey değil. O kadar sürdürülebilir bir şey değil… O açıdan en az üç ay ya da dört ay koymaya çalışıyoruz iki kitap arasında. Altı ay bu tür için çok uzun bir süre değil.
Yayıncılığın sorunlarından biraz bahsedelim isterseniz…
Yayıncılığın sorunları bitmeyecek bir konu… Maddi olarak mı, yayınevlerinin çalışması konusunda mı?
Kişisel olarak başlayalım, siz kaç saat çalışıyorsunuz?
Bizim mesai saatlerimiz 09.00 – 18.30. Bir saat öğle aramız var. Sekiz buçuk saat çalışıyoruz. Hafta sonu çalışmıyoruz. İthaki rahat çalışılabilen bir yer. “Dün gece şöyle bir film izledim,” deyip üzerinde bir saat konuşabildiğin insanlar var, ki böyle bir şey olması lazım. Ne olursa olsun burası yaratıcılık gerektiren bir yer. Çeviri metin üzerine çalışıyor olabilirsin, arka kapak yazıyor olabilirsin ama her şey itekliyor birbirini. Bir de iyi anlaşan, konuşmayı seven insanlarız. Sinerjisi yüksek bir yer. Sıkıntı yaşamıyoruz. Bu sene başında D&R’da kitap alımı sıkıntısı yaşandı. Bunu da geçen seneki olaylar çok etkiledi. Darbeden sonraki iki ayda piyasanın hareketlenmesi gerekirdi ama Eylül-Ekim gibi büyük yayınevleri büyük kitap çıkarmadı. Normalde çıkarırlar. Çoğu yayınevinin fuara yeni kitap çıkarmadan girmesi bir şeylerin ters gittiğinin göstergesi. Ama bizim için şöyle bir şey oldu: O üç ay dört ay kitaba dokunmayan okur fuarda hepsini aldı döndü.
Yine de İthaki o açıdan cesurdu, fuara Watchmen’ı çıkararak girdiniz.
Onu nasıl yaptık, biz de bilmiyoruz. Zaten kitap yayımlamak bir maliyet, çizgi roman yayımlamak ayrı bir maliyet. Kuşesi ayrı, dört rengi ayrı, bir sürü ek maliyet. Kocaman kitap, normal çizgi romanlar yüz sayfa kadardır, Watchmen dört yüz elli sayfa. Ama karşılığını gören bir iş oldu. Bayadır baskısı olmayan bir iş. Fuarda bir hanımefendi geldi, “Watchmen’ın Türkçesi mi çıktı,” diye sordu, “ne kadar,” dedi, söyledik, “iki yüz lira olsaydı bile alırdım,” dedi. Bu, okurun tutkusunu gösteren bir şey. Bunun haricinde aralık ve haziran, iade aylarıdır. “İade aylarından sonra rafları düzenleyeceğiz, kitap sayısını azaltacağız” şeklinde dönüşler alınca D&R’dan, az kitap bastık. Biz D&R’a girmede sıkıntı yaşamıyoruz ama nispeten daha küçük yayınevlerinin bu sıkıntıyı yaşadığını biliyorum. Bastığı kitabı satamamak bu yayınevlerinin işlerini ve dolayısıyla tüm dengesini alt üst etti. Kitabını çıkartamıyorsun ve bunun çözümü her gün telefon etmek. Hakikaten başka türlü olmuyor. Tekel bir kurum, piyasanın yüzde elli beşine sahipsin ve işini yapmak için dürtülmeye ihtiyacın var. Bu herkesi zora sokan bir durum.
Peki, İthaki editörü olarak sizden kitap önerisi alalım…
Karşılaştırmalı edebiyat mezunuyum, modern edebiyat ve klasik edebiyatla içli dışlıyım. O yüzden o tarafı takip etmeyi daha çok seviyorum. Özellikle yirminci yüzyıl postmodern Amerikan edebiyatını takip ediyorum. Ve okumadığım yazarı okumayı tercih ediyorum. Türkiye’de hiç okunmamış kitaplara karşı bir direnç var. Mesela Le Guin’den Sürgün Gezegeni’nin etiket fiyatı 11 liraydı. İnternetten alınsa 7 lira. 7 liraya Le Guin okuyorsun, hayatın değişebilir. Hakikaten inanılmaz ve insanlar onu bile bazen çok görebiliyorlar. Üstten bakmak gibi olmasın ama 7 lira hiçbir şey kaybettirmez ve aksine, sana neler kazandıracağını bilemiyorsun. Okuyacak, kırk dakika sürecek ve okuyup, “Vay! Ne olmuş, nasıl olmuş, kırk sene önce böyle bir şey yazılmış ve ben bunu hâlâ düşünemiyorum,” diye bir farkındalık yaşayacaksın. Bu yüzden başka şeyler okumayı severim. Bilimkurgu ve fantastik edebiyat alanında başlangıç için, kolay okunabilen hem de okurların seveceğini düşündüğüm Arthur C. Clarke’dan Çocukluğun Sonu’nu öneririm, aslında bir ütopya ama çok güzel bir dili var. Meselesi şu: Her şeye çözümü buldular ama ütopyanın getirdiği can sıkıntısına çözüm bulamadılar… İşte distopya orada başlıyor. İkincisi de Asimov’dan Ben, Robot. Hem öykü hem Asimov’un orada yarattığı mitoloji de denebilir, teknoloji de denebilir, bunun üzerine kurulan bir gelecek var, ne olursa olsun. Üç Robot Yasası’nı bilmeyen yoktur. Üzerine filmler çekildi, yazılar yazıldı. Hem başlangıç okuru için kolay hem de bilen okur için okuması ayrı keyif. Bunun dışında kendi okuduğum William Gaddis, David Foster Wallace, Thomas Pynchon… Beni zorlayan, canımı sıkan kitabı çok seviyorum çünkü sevdiğin kitabı seviyorsun zaten, bir süre sonra geçiyor ama sinirini bozan kitap öyle değil. “Eve gideceğim ve evet, görecek gününü,” diye düşünüyorsun. Yolda da okunmuyor, sekiz yüz sayfa yazmış. Okurlara, cesaretleri varsa böyle kitaplar okumalarını öneriyorum. Edebiyat eleştirisi okusun insanlar. Kitap okumak tamam ama kitap nasıl okunur, mühim bir şey. Hâlâ “Dönüşüm’ü okudum, bunun alt metni yok,” diyen insanlar olmasın. Galiba dönem gereği de distopya okumak lazım… Özellikle Doğan Kitap yakın zamanda Damızlık Kızın Öyküsü’nü bastı. Çok can sıkıcı, çok korkunç ve bu yüzden çok güzel, okunsun isterim. Diğer distopyalardan daha dehşet verici… Aklıma gelenler şimdilik bunlar.