Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden Feyyaz Kayacan’ın Bir Deli Değilin Defterleri isimli öyküsünü sizlerle paylaşıyoruz.
İyi okumalar.
Bir Deli Değilin Defterleri
Şunun şurasında nedir ki istediğim?
Güneşin bir parçacığına her sabah kafamı ve gözümü açarak araştırmalarıma devam etmek. Bu da sürdükçe hiç olmazsa bir erek yerine geçemez mi? Bu da bir yaşam türü değil mi?
* * *
Ne diye başıma kakılıyor şu doktor şırınga gibi gözlerle?
* * *
Dün de geldi. Onla birlikte cımbızımsı bir ışık sızdı içeriye. Bu ışıkla sözde içimdeki karanlığın kılını çekecek, kapaklandığını söylediği kişiliğimi herkesinkine benzer bir göze, bir ağıza, bir bilince kavuşturacak. Ama herkes ne demek? Gözler birbirine benzemez. Ağızlar başkadır. Bilinçler de öyle. Herkes, değişik kişileri kapsayan bir sözdür. Amasya elması ya da engürü armudu değiliz ki hep bir kalıptan çıkmış olalım. Birbirimize benzeyelim. Delilikler bile birbirine benzemez. Bu son laflan doktorun önünde edecek olsam hemen alkışlar beni. Aferin, der, bak artık sen de anladın.
Bir genelleme, bir sakat tanımlama yaptığını anlatamazsın ki herife. Bilimsel oltasını atıp beni tutmuş ya bırakmıyor artık. Kancayı çıkartmıyor. Kişi de evire çevire tedavi edilmez ki! Sonra nemi tedavi edecek? Ben deli değilim ki. Ve bir delinin günlüğü değildir bu yazdıklarım.
* * *
Alışkanlık işte. Alışkanlık değil de belleğin hileleri. Her sabah kendi evimdeymişim gibi uyanıyorum. Gözlerim bir sürü eşyayla dolu olarak. Ama sağımı solumu gözlerimle yokladıkça eşyalar bir bir siliniyor. Kendimi gene çelik bir boşluğun içinde buluyorum. Kendimi yeni baştan kuruyor, ayarlıyorum. Bu benim odam değil, deyince, rahatlıyorum. Bunu söylemekle kesin bir ayrım yapmış oluyorum. Eski odamla, evimdeki odamla şimdiki oda arasında. Yavaş yavaş bu odayla da bir uzlaşmam olacak. Bir yakınlık. Ama bu bir oyun. Yalnız görünürde odaya göstereceğim bir yakınlık. Beni rahat bırakması için. Yalana uysallığımla iyice üstesinden geleceğim, iyice hiçleyeceğim şu dört nöbetçi duvarı. Başka türlü nasıl oturabilirim bu yüksük içi hücrede? Güç bir iş bu, pek doğal. Bir bakıma işin güçlüğü yardıma olacak bana. Lapalaşmamı, bir us peltesi durumuna gelmemi önleyecek. Ya her sabah başka bir odada uyandırsaydılar beni? Düşünmeye bile gelmez. Bunca odayla kim başa çıkabilir? Her sabah değişik bir odanın içinde insan kendini nasıl yeniden bir araya getirebilir?
* * *
Penceremin dikey ve yatay parmaklıkları, dışarısını bir hesap defterinin yaprakları gibi dörtgenlere bölüyor. Dışarı bakınca kendimi dörtgenlere indirgenmiş gibi hissediyorum. Dışarı çıkacak olsam laf işte rüzgarda uçuşan bir kırpıntı yığınına dönüşeceğim.
* * *
Pencereden bakmamaya alıştırdım kendimi. Pencereden görebildiklerim, bu yapının ve beni bu yapının içinde tutanların egemenliğinde çünkü; dışarıda beni bekleyen, çimen biçiminde, ağaç biçiminde, kuş ya da bir gökyüzü biçiminde bekleyen bir kapanıklık, bir sürgülü açıklık. Kafamda kendimi çok daha uzaklara koydum. Etrafımı böylece içimdeki oyma açılımlarla destekledim. Odayı ve simgesi olduğu us kelepçelerini usui usul faka bastıraraktan, suya düşürerekten. Ben artık kendi içimin, kendi uyanıklığımın yerlisi oldum. Benim de bir egemenliğim var şimdi. Ama bunu bir bayrak gibi budalaca başkaldırmaların direğine çekmiyorum. O türlü kahramanlıklara vaktim yok. Aklımı dengesiz diye sökmek isteyen doktor, farkına varacak olursa edindiğim iç dayanakların, onları da kökünden koparıp atmaya çalışacak, yapamazsa, dayanakların varlığını yadsıyacak, dayanak mayanak yok, onlar senin uydurmalarındır, sana öyle geliyor, çünkü sen delisin, ancak delinin biri bu tür kanılara sarılabilir, diyecek. Onun için tartışmalara kapılmak istemiyorum doktorla. Çatışmaktan özellikle kaçmıyorum. Ben karımı aramak, bulmak istiyorum. Onu düşünmek istiyorum. Nerelerdedir şimdi, onu bilmek istiyorum. Bunu da ancak kafa rahatlığı, kafa uyanıklığı ile başarabileceğim.
İşte bu yüzden doktora sezdirmek istemiyorum, sandığından çok ayrı, yani gündeminde hiç gözükmeyen bir yolu izlediğimi. Ben iç egemenliğine gizlice vardım, gizlice sürdüreceğim. Onu yapmasaydım pencerelerimin demir parmaklıkları, kaburga kemiklerim kadar içimde, içime işlemiş olacaktı.
* * *
Benim gerçekte tek pencerem yalnızlık. Doktorun kalabalık gözleri yüzümde gezinmesin de… İlk önce dudaklarım kurumaya başlıyor. Sonra sağ elimde bir çağrı gibi bir şey yankılanıyor. Hep böyle açılıyor karımı düşünme, düşleme saatlerim. Sağ elimin en uzun parmağını şakağıma dürbünlemesine dayayıp karımı aramaya çıkıyorum. Elin görme duyusuna sahip olduğunu bilmiyordum. Burada öğrendim, burada geliştirdim onu. Karımı aradıkça dürbün uzuyor, ağırlaşıyor. Yoruluyorum. Dinlenmem gerekiyor. “Senin karın marın yok. Bunu da nereden çıkardın? Olmayan şey aranır mı özlenir mi? Sen evliysen o zaman senin karının bir yok kişi olması gerekir” diyor doktor. Ben bir şey demiyorum. Susuyorum. Söz dalaşına kapışacak değilim onla. Ama bir gün gelecek gürül gürül bağıracağım ve diyeceğim ki.
“Ulan, yok kişinin kalçası olur mu? Yok kişi saçlarını taratır mı anıların uzun soluklu eşiklerinde? Kanımı ayartan dudakları var mıdır yok kişinin?”
O günün gelmesiyle doğrulanmış olacak dediklerim. Yeminli parmağımı, beni bir kez görmeye gelmeyen ama içimde biriktirdiğim karımın adına basarak söylüyorum bunu.
* * *
Boş zamanlarımda doktorla eğleniyorum. Hem hoşuma gidiyor hem de işime yarıyor. Deliliği meslek edindiğimi sanan doktor beni rahat bırakıyor. Seviniyor hatta. Harıl harıl yeni akıl şapkaları aramaya koyuluyor, örüp başıma geçirmek için. Dün de dolaşmaya çıktı hücreleri, koğuşları. Koridorda ayak seslerini çınlata çınlata. Odama girdi. Biliyordum. Kafamı tartmaya gelmişti sinsi dirhemleriyle.
Burada ne arıyorsunuz, burası apteshane değil, dedim. Şaka ettiğimi belirtemeden. Gidin başka bir yeri kokutun.
Sahiden de ne arıyordu odamda ikide birde? Aptesane süpürgesi gibi de bir suratı var. Gitsin başka dengesizlerin kuburuna soksun burnunu. Tınmadı ama. Beni konuşturmaya, kafamın içinde otlamaya gelmişti. Biraz sonra, herif bir yığın bilgi edindiğini sanarak hamarat bir ivedilikle eritme kurşunlar gibi uzmanlığını döktürecek insanların yanpiri beyinleri üstünde. Doktor efendi pul toplar gibi ruh hastalıkları topluyor. Not alıyor. Deliliklerin borsasında gelir ediniyor. Ama benim sırtımdan geçinmeye kalkışmasın. Ben deli değilim.
* * *
Neden yandaki hücreye gitmiyor, orda da oyalanmıyor, dalak ruhlu doktor?
Borsaların daniskası orda. Gitsin de oraya bir görsün dört yanı arap saçma dönmüş delilik nasıl olur? O hücredeki adam buraya gelmeden önce bir para babası, borsa kurduymuş. Büyük işlere girişmiş, holdingler kurmuş. Sonra da palas pandıras iflas etmiş. İşte o zaman kaçırmış, o zaman çözülmüş usunun uçkuru. Adamın deliliği tutarlı ama. Eskiden yaptığım şimdi de yapmakta. Uydurmuyorum. Gitsin görsün. Mutlaka görecektir, hücresinde borsaları küçük parmağında oynatan deliyi. Gidince duvarlardan birini kapsayan karatahtayı da görecektir. Bir sürü rakamları tebeşirlediği, sildiği, değiştirdiği. Senetler, bonolar, hisseler, tahviller cirit atmakta karatahta üstünde. Borsadaki en ufak dalgalanmaları delinin nasıl bağıra bağıra açıkladığını dinlesin, karga kokan, dişlek gözlü doktor. O delinin yanında girişsin en verimli araştırmalarına. Genişletsin bir parça daha bilgilerini. Bakalım bunun ardından ne biçim bir akıl şapkası, bir us kasesini uygun görecek?
* * *
Gerçekten odun kafalı, ahşap beyinli bir adam bizim doktor. Yani akıl terzisi, yani akıl badanacısı. Eski numaralarından vazgeçmiş. Beni başka biçimde kündelemek istiyor. Artık sarı sarı yüzüme bakarak “siz evli değilsiniz, sizin karınız yok” demiyor. Başka türlü konuşuyor. Bir senli benliliğin yakınlığına bürünmüş görünerek. Aklınca beni bu yoldan tavlayacak ve karımı anlatmaya iteleyecek.
“Yahu karını biraz anlatsana. Gözleriyle, endamıyla, saçlarıyla, huylarıyla şöyle birazcık çiz görünümünü ki ben de hiç olmazsa uzaktan tanışmış olayım kendisiyle. İstersen birlikte çıkalım aramaya” demelerini ben yutar mıyım? Edepsiz herif. Sulanmak istiyor galiba. Bir daha söylemeyeceğim doktora karımı düşündüğüm saatleri.
* * *
Sağ elimin çağrısını yine duydum. Dürbün parmağımı şakağımda buldum. Özlemlere dayalı dürbünün içinde karımı görmek kolay değil. Belki içimde ona karşı bir direnim olduğu için, beni üzdüğü, aldattığı için. Belki de o üzüntü ve ezilmeleri hemen canlandırmaya hazır olmadığımdan… Hınç almak için değil karımı düşünmek, aramak isteyişim. Kıskançlık yok demeyeceğim. O da mı olmasın? Elimde değil, her şeye karşın seviyorum karımı. Onu yanımda bilmek istiyorum, içimdeki görüntüsü yetmiyor bana. Sevmeseydim özler miydim bu denli? Kabahat bende olabilir. Vaktinde görseydim, vaktinde sezinleseydim… İşi oluruna mı bıraktım yoksa? Bir şeyi oluruna bırakmak ilgisizlik demektir. Ama bütün bunlar sonradan çözülecek sorunlar. Karım döndüğü zaman. Anlayışlı davranacağımı bilsin ama… şimdiden…
* * *
Düşüncelerimi fazla uzatırsam, gözümün olanca eşiklerinde karımı uzun uzun beklersem, dürbün parmağım yoruluyor. Ve bu her yerime yayılıyor. Titremeler, sarsıntılar geçiriyorum. Bu da dürbünü etkiliyor ister istemez. Herkes bilir. Titreyen dürbün kar yağışına benzer, bir göz gevşekliğine yol açar. Giderek kar tipiye çevirir. İşte o zaman göz uyuşmuş demektir. Gözünüz dürbünün içindeki bembeyaz karanlıkta, hiçbir kumara yaramaz, hiçbir dokuyu işlemez bir mekik olaraktan yuvarlanıp durur birbirine düğümlenen gelgitlenmelerde. Kesik bir kafanın içinde sanki bir baş dönmesi başlamıştır. Tenin en kopuk doruğu olan ense kökünden, esintili bir hafiflik, saydam bir ıslık yükselir. Bu bir bekletilmiş selin, bir uçurum kıyısında sallanan ilk damlasıdır. Bir kopsa, bir yuvarlansa aşağıya, dürbünün çıldırttığı gözün kovuğunu tıkamaya çalışmakta olan us, çatlayan bir barajın içinden boşanırcasına yokluğu boylayacaktır.
* * *
Islığın ensemde zonkladığını duyar duymaz dürbünü indirir, elimi dinlendiririm. Araştırmalarım işte en çok bu yüzden uzuyor, zorlaşıyor. Bir eli yorulunca ötekisini, yani sol elini niçin kullanmıyor bu adam denebilir? O elimi kullanmıyorum. O kör elimdir çünkü. Onla bir şey göremiyorum. Yabana gelmeye başlamıştı bana birkaç zamandır. İşte böyle düşündüğüm de oluyordu ara sıra. Sonra bugün, dürbünün tam ortasında, kirpiklerim gözüme çivi çivi batarken kuşkulandım.
Ya sol elim benim elim değilse?
Ya bir başkası karıma göz koyup en kolay yolu içime sızmada bulmuşsa ve sol elimle dile getiriyorsa kösnümelerinin salyasını? Benimmiş gibi görünen bir elle nasıl aldatılırım? Aldatıldığımı biliyor gibiydim. Ama bu türlü değil.
Karım onun için mi beni öteki yatak odasına çağırırdı? Gel gel, derdi, şimdi bu yatakta sevişelim. Ve yatağın üstüne otururdu. Yavaş yavaş kaldırdığı dizlerine dayardı başını. Sol elime dolanırdı baygın saçları. Karımın öyle duruşu, bekleyişi gözümden kaçmazdı. Onu ben, bir dişi olarak, karımın ustalıkla uyguladığı cinsel oyunlardan biri sanırdım. Kim bilir daha kaç kez yapmıştı bunu, bana çaktırmadan. Kim bilir kaç kez böyle oyunlarla körüklemişti sol elimi? Ben işten eve dönünceye dek kim bilir nasıl beklemişti beni kıvranan bir sabırsızlıkla? Beni değil. Sol elimi. Bir gün gene çağırmıştı sol elimi o odaya. Giyinikti ama, çıplaklıklar akıyordu gözlerinden. Dur bekle, dedi, aşağı inip bol köpüklü bir kahve pişireyim sana. Yanımdan geçerken eğildi. Sol elimin parmaklarını ısıra ısıra öptü. Islattı. Çoğalan kalçalarla aşağı indi.
Sesini duydum. Yavaş yavaş çıkıyordu yukarı. Çok bekletmedim değil mi, diyordu. Bak geliyorum işte, sevgilim, geliyorum, diyordu.
Sol elime sundu kahveyi. Ve eskisi gibi (şimdi o anları yeniden yaşamaktayım, utanarak) yatağa çıkıp oturdu. Eskisi gibi araladı bacaklarını. Güzelliğinin altında, sağ elimi yalanlayan, bir noksanlığa dönüştüren gamzeli cilveler, kaçamaklar yatıyordu. Ve kalçaları çalınıyor, kaçırılıyordu karımın. Bir parça benden yanalığı olsaydı evin, karımın üstüne yıkılırdı. Tavan araşma kaçardı pencereler. Ne gezer! Ev, her günkü evimdi. Pencereler oralı olmamıştı. Kapılar hiçbir şeyi görmemişlerdi, perdelememişlerdi sanki. Karımın gözleri, bana her günkü bağlılığının yüzükleriyle doluydu. Pencereler ve kapılar, bir yapının sıradan ayrıntıları olmakla yetinmekteydiler. Ama ben nasıl da geçmişim o zamanlar o odanın önünden? Nasıl dokunabilmişim o kapının, ıslak kokular ve kenetlenmiş terlerin el sürdüğü tokmağına?
* * *
Şimdi, durmadan işlenmiş bir suça yapışık, gerisin geri bakışlarım. Havlayan delirmelerin çanağına dönüşmeden başımı alıp kaçmak istedim. Kuş olup uçtum. Bir ağacın tepesine kondum. En yüksek bir ağacın. Bir el gördüm orda. Karımın kalçasına boyalı. Bir solucan oldum, yerlerin dibine kaçtım. Toprağın deliksiz karanlığında bir el gördüm, karımın kalçasına yazılı. Gemi oldum battım, denizin yaradılış öncesi kadar soluksuz köklerine çöktüm. Ve bir el gördüm, karımın yosunlu kalçasını söyleyen. Suların dibinde, ağacın tepesinde, toprağın dilinde karım bir kahve fincanıyla yanaşıyordu sol elime. Bir oda vardı fincanın içinde. Odanın içinde kahve kokan bir kuş, bir solucan ve bir gemi durmadan yer değiştiriyordu.
* * *
Can acılarım her taşın altından çıkar oldu. Doktorlar da taşlar kadar sağır ve katı gözlü. Anlaşıldı artık. Her şeyi ben kendim yapacağım. Yapmalıyım. İlkin o yatağı arayıp bulup ele geçirip yok etmeliyim. Ben onu ortadan kaldırmadıkça, yok etmedikçe yok edildiğim o iğrenç döşeği, bir piçleşme başlayacak gözümün değdiği her yerde, her şeyde. Ve bir el sürülmemişliğe doğru yeniden ağartamayacağım karımı. Karımda bütünlüğümü kucaklamak istiyorum. Körsokaklarla dolu bir çöp tenekesi olmaktan kurtarmalıyım yüreğimi. Ben karıma giderken çiçek açmalı adımlarım. Ve eksilsin istiyorum odamdan, doktorun getirdiği karımsız sabahlar.
* * *
Yatağın yanma yaklaşıncaya kadar neler çektim bir bilinse! Merdivenin her basamağında “onun” ayak izlerini arıyordum. “Onun” ayak bastığı yerlere hiçbir yerim değmemeliydi. Değecek olsa, onun izinde yürümüş olacaktım. Ayaklarımın çıkardığı sesler, onun varlığını doğrulayacak, yansıtacaktı. Her yanım elimden alınacak, her yanım beni bensiz koyan hırsızlama şehvetlere aktarılmış olacaktı. Merdiven halısının kenarından giderek çıktım yukarıya.
* * *
Sağ elimle açtım odanın kapısını. Tokmağını mendilimle sildikten sonra. Yatağı bahçeye indirip yakacaktım. Ama bir de baktım bir de baktım bir de baktım ki çıplak kadın resimleriyle kaplıydı duvarlar. Yatağın altında dergiler vardı. Dergilerde kadınlar soyunmaktaydı… Ve duvardan duvara ipler asılıydı. İplere çıplak kadın resimleri dizilmişti.
Kapıyı açık bırakmıştım. Pencere de açıktı. İkisi arasında hava estikçe resimler sallanıyor, dalgalanıyordu. Kadınların koltukları altından kahve kokuları geliyordu. Kim asmıştı onları iplere? Resimlerdeki kadınların ellerinde kahve fincanları belirdi. Ben bunları nasıl oldu da daha önce göremedim?
Yatağı yakmak, yalnızca onu yakmak yeter miydi artık? İş gittikçe büyüyordu. İlkin yatakla başladım. Somyeli şiltesini pencereden attım. Yere düşünce bir et külçesi gibi ağır ama yumuşak bir ses çıktı içinden. Yaylardan biri dışarı fırladı. Şiltenin ardından yorganları, çarşafları, yastıkları, resimleri, dergileri bahçeye yağdırdım. Yastıkların birinden bir kuş tüyü çıktı. Havada sağa sola uçuşmaya başladı. Tam yığının üstüne düşecekken bir daha yükseldi. Oyalanmaktaydı. Gözümden kaçmak, görmediğim bir yere gizlenmek, yakılacak yatağı yeniden türetmek istiyordu. Tüy, yuvasını arayan bir kuş gibi boşlukta dolandı sonunda bahçenin köşesinde kendi elimle kurmuş olduğum çardağın altındaki masaya kondu. Orda da mı?.. Aldatılmalarımın oraya kadar da mı uzatılmışlığı vardı? Ben geceleri nöbetçiyken oralara da mı taşımışlardı sülükler gibi çiftleşen soluklarını, zevk ve hazdan hıçkıran başka yerlerini? Yaşadığım evren bir suç meydanına dönmüştü. Yatağı, şilteyi, çarşafları, resimleri dergileri, yastıklarla birlikte kuş tüyünü de çardağı da ateşten geçirecektim. Birden, merdiven halısını düşündüm. Ötekilerini yakıp onu nasıl bırakabilirdim. Asıl onu yakmalıydım, küllerinin üstüne işemeliydim. Halıyı, bir kerpetenle, el sürmeden söktüm. Basamak, basamak. Söküldükçe kalınlaşan hah topunu merdivenden aşağıya yuvarladım. Alt kata varınca, bahçe kapısının arkasında duran uzun saplı çalı süpürgesiyle ite ite dışarı çıkardım halıyı. Süpürgeyi bir üvendireye benzettim. Bu üvendireyle alevlerin otlağına götürmekteydim bir suç tomarını. Güneş açmıştı bahçede. Budalalıktı onunkisi. Ne yaptığını bilmiyordu. Aydınlatacak daha başka bir şey bulamaz mıydı? Hiç kimse ışık tutmasın, şamdancılık etmesin acılarıma.
* * *
Bahçenin ortasında bir suç enkazı gibi yükselen yığma, tutuşan parmaklarımla baktım. Çıralar yanmaya başlayınca yığının dibindeki halının içinden ilk dumanlar tellenirken tırabzanları anımsadım birdenbire. Merdivenin tırabzanlarına yaslana yaslana yukarı çıkışlarını göz önüne getirdim. Tırabzanlarda sarmaş dolaş parmak izleri kabarmaktaydı kuşkusuz. Onarım işleri için kullandığım araçların bulunduğu küçük sandık odasına girdim. Testere, balta, keser, çekiç, ne buldumsa topladım. “Bunlar onurumu kurtaracak araçlar olacak” diye bir şeyler düşündüm. Tuhafıma gitti. Güldüm. Dudaklarımı kurutan bir gülüş. Leş gibi bir roman kokusu çöktü sandık odasına. Testere paslanmış. Tırabzan tahtalarına ikide birde takılıyor, sıkışıp kalıyor. Yağlamak istedim. Dikiş makinesinin yağdanlığını kullanayım dedim. İçinde bir damla yağ kalmamış. Zeytinyağı bile yoktu evde. Mutfaktan çıkarken buzdolabının üstünde duran şeker kavanozunun arkasında ufak bir vazelin kutusu gördüm. O ne arıyordu orda? Sonra dank etti kafama. Onu da görevlendirmiş demek karım, özel, çarşaf altı amaçlar için. Testereye vazelinle sıvazladım. Hoşuma gitti bu. Karım, bilmeden bana yardım ediyordu sanki. Testereye sürdüğüm vazelinin rengi değişti. Pasların sarıya kaçan kırmızısı karışınca, kanlı İrinlerle batırılmışa döndü testere. Karımın yüzünü görür gibi oldum. Vıcık vıcık paslanmış, yağlı bir yüz.
Evin içinde testere, keser, balta, çekiç sesleri birbirini kovalamaya başladı. Tırabzan parmaklıklarının hepsini katmadım ateş alan yığma. Uzunlarını bahçenin dört köşesine çaktım. Çamaşır iplerini gerdim kazıktan kazığa. Daha kısa tahta çubukları da yığının çevresine diktim. Onları da iplerle birbirine bağladım. Böylece iç içe iki çember kurmuş oldum. Kaçamak, kurtuluş yollarını etinden almak için yığının ve bahçenin. Başka bahçelere, başka evlere bulaşmamaları için.
* * *
Bana düşen bir çıbanı dalgıç gibi içinden patlatmak ve aldatılmış olmanın sıtmamsı etkilerinin bataklığını kurutmak. Dalgıçlıktan başka bir şey daha yapıyorum. İçimdeki boynuz müzesinin kapıcılığım. Ve tek benim oraya girip çıkan. Elimde bir çeteleyle. Bir boynuz saymanı gibi.
* * *
Dün gece uyandım. Karanlıkta sol elimin kıkır kıkır güldüğünü duydum. Uykuyu bile siper edinmemi istemiyor. Oysa bir uykusuzluğun düşünü görmekteydim uykumda.
* * *
Doktor gene geldi. Vermiş olduğu öğütleri hap örneği günde üç kez yutup yutmadığımı saptamak için. Aynı reçeteyi yeniden yazarmış gibi “senin karın yok” dedi. Bol keseden bir kesinlikle. Kuru kuru güldü sonra. Ben buna dayanamadım. Çaydanlık oldum.
* * *
Doktorun gülüşünü unutamıyorum. Evvelki gece duyduğumkine benziyor. Sol elimin taklidini mi yapıyordu? Yoksa karım ona da kaçmış? Doktor onun için mi karım olmadığına zorla inandırmak istiyor beni? Karım bunu yaptıysa öldürürüm. Şeytanlara yıkatırım ölüsünü.
* * *
Yoksa ben yok mu olmuşum? Görünürdeki ben, sol elimin sildiği ufak bir kalıntı mı? Öyle şey olmaz. Delilik bunu sanmak. Ben, bütünüyle ve tepeden tırnağa sol elimin kendisi olsaydım, böylesine özler miydim ve arar mıydım karımı? Sol elim, karıma bol bol el koyduğuna göre onun böyle bir gereksinimi olamaz.
* * *
Başka türlü kuşkular da sinmeye başladı damarlarıma. Sol elimin de bir günlük tutmakta olduğu izlenimine kapılıyorum şimdi sık sık. Belki de odur bu günlüğü bana yazdıran. Daha yakından tanık olacağı yoksunluklarıma kıkır kıkır gülmek için.
* * *
Sözcükler yok mu, bir atlatabilsem onları, onlarsız yaşayabilsem, karımın yerini alacak, yerini dolduracak deyimler, fiiller, kipler, sıfatlar aramanın tutkusundan kurtulacağım. Eti, kemiği, kanı, kası, elleri, gözleri, kişiliği ve suçları, duyguları hep harflerden oluşuk bir yedek kadının, bir sözde kadının her şeye rağmen eşliğini özleme illetinden sıyrılacağım. Bir deyime, bir harf topluluğuna “karımsın sen” denilir mi? Her sözcük içimde kalıyor. Bir çıkmazla mektuplaşmak gibi bir şey. Şöyle demirden bir unutkanlığa kaskatı bir uzanabilsem, bir kurtulsam zindan sözcüklerden…
* * *
Belki bu hücre yüzünden oldu bütün başıma gelenler. Belki yalnız burasıdır o sözcüklere doğaklık eden. Doktorun dizlerine kapansam ve “ben yalan söyledim, benim karım yok yok yok, ben evli değilim değilim, başka bir hücreye yolla beni, delireceğim yoksa burada” desem, yalvarsam, yardım eder mi, dediğimi yapar mı?
Burada senden başka kimse yok, burada seninkinden başka hücre yok, demez değil mi?
* * *
Sözcüklerin ta ardında, uzağında bir yere gitmek isterdim, alacaklı kuşkuların, beynimde bağdaş kuran uykusuzlukların derilmediği. Başımı sokacak bir boşluk arıyorum. Konuşmayan, üşünmeyen, yazısız, alfabesiz bir boşluk.
Mutsuzluğun geliri olmamalıdır sözcükler.
* * *
Doktor bugün gelmedi.
* * *
Doktor bugün de gelmedi.
* * *
Niçin gelmiyor doktor? Hücremin duvarında bir el belirdi. Kelebeğe benzeyen. Bazen bir yarasaya. Bir kıpırdayacak olsa kanatları, kıyametler kopacak gibime geliyor. Ensemin dibinden bir ıslıktır yükselmekte. Yoksa ben bir düdüklü tencere mi oldum?
* * *
Doktor artık uğramaz oldu yanıma. Bir daha gelmeyeceğini hissediyorum. Gelmezse ne yaparım ben? Böyle yaşayamam ki! Kime kestireceğim sol elimi?
Feyyaz Kayacan