Yazmak eylemiyle ilgilenen herkesin öncelikli olarak iyi bir okur olması gerektiğini düşünenlerdenim. Öykü ya da roman yazmaya niyetlenen bir yazar adayının, bu yolculukta farklı güzergahlar belirleyebileceğini, türlü biçem ve kurgularla üretebileceklerini, ancak başlangıç noktalarının, yani ilk duraklarının bu sanata yön vermiş insanların eserlerinden başladığını düşünüyorum.
Şimdilerde kendime rahatlıkla itiraf edebiliyorum: 2000’li yılların ortalarından sonra içimdeki yazma hevesine yenik düştüğümde ve yazmaya karar verdiğimde çok iyi bir okur değildim. Yazdığım, adına öykü deme gafletine düştüğüm birçok metnin biçim ve nitelik açısından gayet zayıf şeyler olduğunu da biliyorum. İlk öykü kitabım 2017 yılında yayımlandıktan sonra, beni ikinci öykü kitabımdan vazgeçiren şey de biraz şudur: Yazdığım ve yaptığım öykülerin, benden on yıllar, hatta yüzyıllar öncesinde yapılmış ve yazılmış olduğunu keşfetmek.
Okumaya karşı hissettiğiniz tutkunun genişlemesi, genleşmesi ve keşif arzunuzun sınırlarının büyümesiyle beraber yazmak hevesiniz hayatınızda biraz daha az yer kaplamaya başlıyor. Üstelik yazmak, bir metni nihayete erdirdiğinizde doğurduğu müthiş bir rahatlama ve tatmin duygusu sağlamasına rağmen, bu hissiyatı, yani yazmanın getirdiği duyguları, iyi bir yazarla tanışma ve güzel bir metin okuma duygusu çoğunlukla mağlup ediyor. Öykü yazmaktansa, iyi öykü okumayı tercih ediyorum bir süredir.
Yazmak müthiş zor ve mahsulü az bir eylem. Okumaksa sonsuz bir tarlada dolaşırken en sevdiğin yemişi en yeni baştan keşfetmek gibi. İyi bir okur, iyi bir yazardan her daim önde. Böyle düşünüyorum.
Ömrünü yazmaya, yazmak için yaşamaya ve bunun için türlü felaketi göze alabilen yazarlara büyük saygı ve içten içe bencilce bir minnet duyduğumu fark ediyorum. Yazmak için iyi bir öykü yazabilmek için sıkıntı çekmek, insanların bir metinde görmek istediklerini bir araya getirebilmek adına uzunca süreler bir metne hapsolabilecek dirayete sahip yazarların olduğunu görmek, bana daima bu işin acemisi olduğumu, olacağımı da hissettiriyor.
Sherwood Anderson’ın Ormanda Ölüm isimli öykü seçkisini okurken bu duygulara yakalandığımı söyleyebilirim.
Kitabı çeviren, seçkiyi hazırlayan ve çok da güzel bir sunuş kaleme alan Bülent Ayyıldız, bizi tam manasıyla Anderson’ın hayatıyla, eserleriyle, yazı diliyle, etkilediği ve etkilendiği edebi karakterlerle tanıştırıyor. Kitabın öyküleri kadar, baştan sona bir yazar portresi sunan bu “sunuş” yazısını da çok sevdiğimi ve biraz önceki paragraflarıma konu olan okuma-yazma kıyası monoloğuma ulaştığımı söyleyebilirim.
Yüzyıl öncesinde yaşamış bir yazarın yazmak eylemine bakışını okurken, onun geçtiği yolları dinlerken, yazdıklarını özümserken ister istemez kendi eyleminize çekilip sorgulamalar yapıyorsunuz. İnancını sorgulayan bir mümin gibi, eylemini (okuma-yazma) sorgulayan bir yazara dönüşüyorum.
Hiçbir zaman arzuladığı bilinirliğe kavuşamamış, “Ben ayyaşın alkole olan düşkünlüğü gibi, beyaz kâğıt öbeklerini, mürekkep kokusunu severim, karalamak beni her zaman mutlu eder.” diyerek kendini tanımlayan, Faulkner’e yayıncı bulacak kadar dilden ve metinden anlayan, ömrünü ve kurulu hayatını yazmak, yazabilmek için gözden çıkartan bir yazar Anderson.
Anderson’ın öykülerinde ters köşeler, sürpriz sonlar yok. Çünkü onun karakterleri, köyünde, kasabasında yaşayan erken yaşlanan bir kadın, eğitimsiz, ne iş yapacağını bilemeyen bir adam, bazen okunmayan ve yazamayan bir yazar, gerçekten sıradan insanlar. Ve sıradan insanların hayatlarındaki en büyük sürprizin, ters köşenin yaşadığı tesadüfler ya da şanssızlıklar olduğu üzerine metinlerini kurmaya çalışan bir yazar Anderson.
Bu telaşsız, hiçbir şey olmayacakmış gibi akan öykülerde, içine sürüklendiğiniz başka bir şeyi, bir tekinsizlik duygusunu da yaşadığınızı keşfetmeniz zor olmayacak. Neredeyse her öyküde, akışı sarsacak derecede anomalileştiren, ayrıksı köşeler koymayı çok iyi kotarır yazar. Örneğin seçkinin ilk öyküsü olan Ormanda Ölüm’de kadın karakterimizin kar ve soğuğun altında, gecenin karanlığına doğru ilerlerken ormana girişi öyle sıradan bir şekilde resmedilir ve etrafında daireler çizmeye başlayan kurtların hareketleri her şeyle bütünleşir. Karla, karanlıkla, ormanla, ve kadınla. Bu size ne olacağını, nasıl olacağını anlatır.
Üçüncü öyküde, yani Kayıp Roman isimli öyküde, aynı Anderson gibi ilk kitabından sonra yeni romanını bir türlü yazamayan bir yazardan bahsedilirken, karakterin çektiği yazamama sancılarından sonra yazma eylemine kapıldığı, kendini tamamen kaptırdığını, başka hiçbir şey yapmadığını, yemediğini, içmediğini, karısıyla ve çocuklarıyla iletişim kurmadığını, sadece ufak bir odaya kapandığını ve sadece yazdığını görürüz. Açık unuttuğu kapıdan ona fark ettirmeden giren karısına gösterdiği yabancılaşma ve şiddet eğilimi, bizi kısa süreli bir boşluğa sürükler. Ne olduğunu, neden böyle olduğunu anlayamayız. Huzursuz hissederiz.
Yazının başında bahsettiğim gibi, iyi bir yazar olmanın temelini iyi metinlerle rastlaşmak olduğunu böyle kitaplar ve öyküler okuduktan sonra daha iyi anlıyorum. Sherwood Anderson’ın gösterişsiz öykülerinin bana yeniden gösterdiği bu hissiyat, günümüzde çoğunlukla kabul görmüş okuma alışkanlıklarının dışında görünse de aslında en temelinde yatan meseleyi, hikâye anlatmayı, resmetmeyi, yaşatmayı doğallıkla gerçekleştirmesi nedeniyle pek çok meşhur olmuş yazara ilham olmuş bu talihsiz yazarı (içkisinin içindeki kürdanı kazara yutması nedeniyle ölmüş kendileri) keşfetmenizi dilerim.

- Ormanda Ölüm – Sherwood Anderson
- Ketebe Yayınları – Öykü
- 184 sayfa
- Çeviri: Bülent Ayyıldız