Haldun Taner, benim sokakta görsem hiçbir şey düşünmeden koşup sarılacağım, onun da art niyet aramadan aynı sıcaklıkla karşılık vereceğini hissettiğim bir yazar. Öykülerinde, köşe yazılarında, denemelerinde, oyunlarında okuruna sunduğu o nahif anlatım, akılcı bakış, muzip dil içime işler her defasında. Bana göre Türkçe edebiyatın ve düşün yaşamının en zeki, insancıl kalemlerinden biridir. Bu sefer onun “Hak Dostum Diye Başlayım Söze”sini okudum*. Benim elimdeki basım Milliyet Yayınları’nın 1978 baskısı. Bu kitap onun gazetede yayımlanan haftalık yazılarından oluşuyor. Dönemin politik olaylarından, siyasetçi eleştirilerine, güncel sorunlarından eğitim meselesine, toplumsal genetiğimizden feminizme çeşitli konular var. Bugünün dünyasında yarım asır öncesinin yazılarını okuyunca yazarların bazı düşüncelerinde eksiklikler göze çarpabiliyor elbette. Ne var ki bunların bugünün gözüyle okunduğu unutulmamalı. Yazıları dönemine göre değerlendirmenin önemi kendini gösteriyor yine. Yine de biz gelişim, değişim hususunda pek yavaş bir millet olduğumuzdan 1975’te yazılmış yazıları da bugünün meselesiymiş gibi büyük bir empati ile okuyabiliyoruz. Örneğin kadın düşmanlığı üzerine yazdığı bir yazıyı şöyle bitirmiş Taner:
“İster istemez Osmanlı erkeğinin bütün değer yargılarını, şartlandırmalarını bilinçaltında taşıyan bugünün Türk erkekleri, elbet bir yerde, dünyanın gidişini de, uygarlığın gereklerini de görmekte, ama bunlara tam uymak işine gelmemektedir. Ne var ki atavik kalıntıya karşı gelişmenin savaşından galip çıkan ikincisi olacaktır. Bu hep böyle olmuştur. Hiç merak etmeyin. (1975)”
Bu yazıyı yayımlandığı gazetede taze taze okusaydım ne umutlanırdım. Şimdiyse altına, “Hâlâ olmadı. İşler daha da kötüleşti. (2023)” diye not alıyorum. Ülke yönetiminin astığım astık, kestiğim kestik testosteron mayınlarınca yönetildiğini hesaba katarsak, Türk erkeklerinin uygarlaşmamaktaki ısrarını hoş görebiliriz bile. Taner’in dediği gibi çünkü; işlerine gelmiyor. Geri kalan her şey de bu zehirli konformizmin ekmeğine yağ sürüyor.
Haldun Taner’in dilini ben vicdanlı bir eğitimci diline benzetiyorum. Sözlerinde yazar kibrinden eser yok. Toplumun her kesiminin yolunu aydınlatabilecek cümleleri şefkatle kuruyor. Bu yüzden yalnız bunu değil, her kitabını öneriyorum herkese.
Ayrıca okuru gıdıklar gibi yazdığını hissediyorum. Hiç üzerinde durulmayan şeylerin topluma nasıl yansıdığını tebessümle okurken geldiği yerin ayrımına varınca şaşakalıyor insan. Bu kitapta, “Duydunuz Mu… Duydunuz Mu…” diye bir bölüm var örneğin, dedikodudan bahsettiği. Dedikodu ilk bakışta önemsiz bir boş zaman işiymiş gibi görülebilir ama sebepleri düşünüldüğünde toplumsal ve psikolojik birçok eksiklikten kaynaklandığı fark edilebilir. İnsanın yalnız kalma korkusu olabilir örneğin bir nedeni. Başka hayatların “kritiği” yalnız yapılmıyor çünkü. Bunu yapan birçok insan var. Bu konuşmalar sırasında yakınlaşıp tek ağızdan konuşulacak, dedikodusu yapılana karşı yalnız olunmadığı hissedilecek. Başkasının hayatına dahil olma arzusu da var tabii.
“Psikologlar dedikoduyu anonim kitle toplumunun kitle içinde eriyen bireyciliğin bir çeşit sübabı sayıyorlar ki, doğrudur. Dedikodu bir çeşit öç alma olanağı sunuyor onurlara. Ayrıca dedikodu bireye öbür bireylere yakınlaşma olanağı veriyor. Dedikoduyu yapanlar bir süre için dedikodusu yapılana karşı birleşmiş, dayanışmış oluyorlar.”
Bunu bizim gibi ruhuna iyi gelecek bir iş, bir meşgale bulamayan, aslanın ağzından alıverdiği parayla salt karnını doyurabilen toplumlarda çok görürüz. Bir de bu işi en iyi kadınların yaptığı söylenir ki bu bir bakıma doğru olabilir. Kadınların sosyal ve ekonomik hayatta hak ettikleri yerleri çalmasaydınız, onların da ilgilenecek daha başka şeyleri olabilirdi.
Dedikodunun kanı tazelediğini, sıhhate iyi geldiğini söyleyen psikologlar da varmış. Belki doğru. Bunu, zehrin söz ile bilinçten atılması olarak yorumluyorum ben ancak. Çünkü başkalarının edimleri üzerinden yaşamak zehirlidir. Öz, insanın kendine doğru yaşamasıdır.
“Ağzımız ne çok laf yapıyor.” diye başlayan bir yazı var ki (“Söz Inflation’u”) yazıyı seveceğimi daha bu cümleden anlıyorum. Oldum olası insanın yalnız gerekli gördüğü şeyi dillendirmesini savunurum. Bunu tamı tamına hayata yedirmek imkânsız belki ama sizin de lafı evirip çevirip cambazlık edenlere karşı içinizde ağdalı bir usanç belirmiyor mu?
“Nereden geliyor aklımıza geleni hikmet sanmak, ille laf olarak dışarı aktarmak huyumuz?” Kendimizi hikmetli kimseler sanmamızdan belki. Haldun Taner’in dediği gibi; “(…) çene yarıştırmayı seviyoruz. Galiba bizi bu konuda pek eğiten olmamış.”
Arkadaş toplantılarında dediğinin özüne bakılmaksızın konuşan, sınav sorularını sayfalarca yanıtlayan pohpohlanır da köşesinde ancak uygun bir söz sırası geldi mi kıpırdanan ayıplanır, sorunlu sayılır. Bazen huysuz, bazen özgüvensiz, bazense bilgisiz itham edilip toplumdan anlık da olsa soyutlanır. Hep susanlara, “Neyin var,” denir. Oysa dediğini duymadan tükürük saçanlara sormak lazım bunu.
Şöyle bir anısını anlatıyor Haldun Taner:
“Geçende rastladığım değerli dost Halis Kurtça ile okullar arası yarışmalar konusunda görüşürken söz lise ve ortaokullarda uygulanabilecek yeni deneylere de uzandı. Sayın Milli Eğitim Müdürümüz bu konuda benim önerim olup olmadığını öğrenmek teveccühünü gösterdiler:
‘Milli kusurlarımızdan biri konuşmasını bilmemek,’ dedim. ‘Bunun başlıca nedeni de dinlemesini bilmemek, düşünmesini bilmemek. Konuşmayı bilgiçlik taslamak yahut karşındakinin tezini bir araba laf kalabalığı ile bastırmak saydıkça bu işin düzeleceği de yok. Ortaokullara ve liselere özetleme temrinleri koyabilir misiniz? Çocuk kendine verilen dört sahibelik bir metni dikkatle okusun. Ana fikrini kavrasın, sonra onu ille metinde kullanılan kelimeleri kullanmak zorunluluğu olmaksızın yarım sahife içinde özetlesin. Özlü olmanın yolu özü kavramaktır. Bunu kavrasın. Özlü olmanın bir ikinci yolu da bunu az ve öz kelime ile yansıtmaktır, buna da alışsın. Takdir buyurursunuz ki bu sadece bir kompozisyon temrini değildir. Çocuğu yepyeni bir hayat üslubuna götürebilecek olumlu bir alışkanlıktır.”
Yetişirken önce konuşma, sonra okuma gelir. Ben, henüz taze bir eğitimci olarak, öğretim hayatında bu sıranın tam tersi olması gerektiğini savunuyorum. Çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandıramıyoruz. Bu sebepten bir üslup da kazanamıyorlar. Günlük dilin yanı sıra entelektüel bir üslup kazanmak onları ilgilendirmiyor. Basit bir olguyu bile dedikodu havası vermeden öz(et)lemesini bilmiyorlar. Dilin öneminden ve yaşama etkilerinden bihaberler.
Dinlemek ve anlamak konusundaki yetersizlikten de yakınıyor bu yazıda Haldun Taner. “Konuşurken de tartışırken de karşımızdakinin sözünü dinlemiyoruz. Ona nasıl cevap vereceğimizi şavullayıp duruyoruz.” Böylece ortaya iletişim değil laf yarışı çıkıyor. Bu durumun bir de politikacılardaki yansımalarını incelemiş ki tadından yenmiyor! Yazısını da şöyle bitiriyor:
“Az ve öz konuşma üzerine Ahmet Rasim üstadımızın bir sözü de kulaklara küpe olmalıdır. İkdam’da fıkra yazmasını öneren Ahmet Cevdet Bey’e üstad:
– Kısa mı olsun uzun mu, diye sormuş.
– Ne farkı var ki?
– Uzun olursa yarım, kısa olursa bir altın isterim de ondan, demiş üstad.
Kısalık, özlülük yazardan da okuyan ve dinleyenden de elbette çok daha fazla zihin gücü ister.
Buna olanak ve zaman bulamayanlar, işte başkalarının vaktini ve dikkatini alan uzunluklara başvururlar.
Sözlerimi İsa’dan 600 yıl önce yaşamış bir düşünürün, Lao Tseu’nün sözleri ile bitireyim:
‘Az konuşun ki, siz siz kalın.’
İşte size özün özü bir deyiş. Onu açıp yorumlamak, büsbütün tadına varmak için zihin gücünüzü biraz seferber etmeniz gerekecek. Ama değmez mi?”
*E.n: Kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından “Hak Dostum Diye Başlayayım Söze” ismiyle yeni baskısını yapmıştır.