Ali Oktay Özbayrak ile başlatılan ve sonrasında Yâren Nacaroğlu ile devam ettirilen, temasında ‘’popülerizme karşı söylentilerin popülerleşmesi’’ni içeren tartışmaya bir taş da ben atmak istedim, müsaadeniz ile. Farklı olarak tartışmayı dergicilik sınırından çıkarıp, edebiyata yaymak olacak amacım. Biraz daha kuramsal bağlamda bakacağım meseleye.
Bugün popülerizmi neden bu kadar tartışıyoruz, neden bu kadar revaçta; öncelikle bunun bir tarihçesine inmemiz gerektiği kanaatindeyim. Popülerizm en nihayetinde Horkheimer ve Adorno’nun ‘’Kültür Endüstrisi’’ çözümlemesi ile daha güzel açıklanabilir. Basitçe değinirsek Horkheimer ve Adorno, Frankurt Okulu düşünürleridir. Frankurt Okulu, toplumu analizde ekonomik alt yapıya odaklanan geleneksel marksistlerden farklı olarak duruma sanayi toplumu, ideoloji, medya, psikanaliz, edebiyat, kültür vb. disiplinlerle odaklanmışlardır. Sonucunda ise Adorno ve Horkheimer’ın, ‘’Aydınlanmanın Diyalektiği’’nde kaleme aldıkları ‘’Kültür Endüstrisi’’ çözümlemesi ortaya çıkar. Nedir bu kültür endüstrisi? Kültür ürünlerinin metalaşmasıdır. Kapitalizmin ve endüstri toplumunun kendini her düzeyde hem alt yapıda hem üst yapıda yeniden üretmesi ve meşru hâle getirmesidir. Bir bakıma kültür endüstrisi iki kültür –alt yapı ve üst yapı- arasındaki ortak buluşma yeridir. Markalardan örnek vererek somutlaştırayım: Bugün Coco Chanel adlı markayı üst yapıda olan bir tüketici sahip olabilirken, Koton ve Lc Waikiki gibi markalara iki yapıdaki tüketici de sahip olabilir.
Salt tanımdan dışarı çıkıp edebi alana kayacak olursam, bizi kültür endüstrisinde ilgilendiren şey, popülerizmdir. Kültür endüstrisinin yol açtığı en büyük sorundur, kanımca. Popülerizm, totaliterdir. Kitle iletişim araçları hatta daha ileriye gidecek olursak bizzat sistemler ve devlet aracılığıyla burjuva sınıfının baskısını sağlayan, bireyselliği sınır dışı edip toplumsal baskıyı güçlendiren bir kavramdır popülerizm. Her alanda mevcuttur. Bugün en nihayetinde ‘’has devrimciyim, kapitalizme hayır’’ diyen adamın bile piyonu olduğu bir kavramdır bu. Bunu kabul etmek gerekir. Edebiyat ise bu kavramın son yıllarda kurbanı olmuştur. Bugün tartıştığımız popüler dergicilik, fakir edebiyatı yapan dergiler, anonimler vs. bu kavramın sonucudur.
Popülerizm ve Edebiyat İlişkisine Değin
Bundan yaklaşık beş yıl önce halka inip Sabahattin Ali, Edip Cansever, Ahmed Arif, Cemal Süreya, Frida Kahlo, Nâzım Hikmet vs. kimdir diye sorsanız belkide cevap veremeyecek insanlar; şu anda ‘’edebiyatçı, edebiyatperver’’ sıfatlarıyla dolaşmaktalar. Çünkü, sosyal medyada en niteliksiz sayfada bile bir Cemal Süreya repliği ile karşılaşırsınız. Sabahattin Ali deseniz herkes havalara uçar ve ‘’Kürk Mantolu Madonna’’ yı alıp kafasına tutup çekildiği fotoğrafı gösterir size. Ama bilmez Sabahattin Ali’nin devlet tarafından katledildiğini, bilmez kitaplarının devlet tarafından toplatılıp yakıldığını, bilmez Sabahattin Ali okuyan insanlara o dönemlerde terörist dendiğini, bilmez devlet baskısı yüzünden vermek istediği mesajları öykü ile değil masal ile yazmak zorunda kaldığını; meselâ bilmez Maria Puder’in feminist olduğunu, sorgulamaz Raif Efendi’nin aile yapısını, varoluşçuluğu bilmez Sartre’dan yürüyüp Raif Efendi analizi yapamaz. Almıştır kitabı, almak zorundadır çünkü. Popülerdir, herkes okur, herkes paylaşır. İnstagram’da bir fotoğraf, şak! 200 beğeni. Facebook’ta bir replik, şak! 600 beğeni. İşte böyle böyle, böyle oluşur popülerizm.
Ve böyle kurbanı olur edebiyat popülerizmin. Yol açtığı en büyük sorundur, bilinçsiz tüketici. Tüketiciye yüklendiğimiz kadar üretici de sıkıntı aslında. Bugün bir blog açıp, beş ay orada günlük rutinlerinden sıkıldığına dair dramatizasyon yap sonra git onu kitaplaştır, al sana Pucca! 15 basıma kadar yolu var bu işin. Ahmet Batman’lar, Kahraman Tazeoğlu’lar.. Örnekleri daha çok çoğaltabiliriz.
Peki neden bahsediyoruz bundan, neden eleştiriyoruz? Edebiyat bundan ibaret olmadığı için. Bundan ibaret olmaması için. Ne kattık edebiyata son yüzyılda? Neyi değiştirdik, neyin tartışmasını yürüttük? İnebildik mi hâlâ Anadolu’ya? Yakup Kadri’lerle, Halide Edib’lerle sınırlı Anadolu. Adamlar en azından ‘’Sanat, sanat içindir.’’ ve ‘’Sanat, toplum içindir.’’ tartışması yürütmüşler. Biz ne yapıyoruz? ‘’Sanat, para içindir.’’den öteye geçemiyoruz.
Yayınevleri popülerin peşinden koşuyor, ‘’Bende olsun da, iki imza kampanyası da yürüttüm mü tamamdır!’’ diyerek. Fakir edebiyatı diye adlandırdığımız kesim insanları, belli bir yerden öteye geçemiyor; bu şans verilmiyor. Popüler olan yazarlar, tanıdık olay örgülerini karakter isimlerini değiştirerek veriyor. Bkz: Ahmet Ümit… Son derece kritik dönemlerden geçen, her gün ölüm haberlerine uyandığımız, ‘’Şeker Portakalı’’ okuması gereken o küçücük çocukların tecavüze uğradığı canım ülkemin edebiyatında okuduğumuz şey sadece ütopik bir dünya. Ne farkımız kalıyor ki savaşın yaşandığı dönemde ‘’Şeftali Bahçeleri’’ni yazan Refik Halit Karay’dan. Ne farkımız kalıyor Fransa’da kuş tüyü yataklarda yatıp, kristal kadehlerde şarap içen Necip Fazıl’ın Türkiye’ye gelince ‘’Çile’’ şiirini yazan ikiyüzlülüğünden! Bir farkımız kalmalı, olmalı..
Bilinçsiz Tüketiciyi Baştan Çıkarma Formülü
Bu eleştiriyi kaleme alırken mevzu hakkında erkek arkadaşıma da danıştım; kendisi pek edebiyatın içinde olmasa da mühendistir. Görüşleri ilginçti: ‘’Evet, popülerizmin kurbanı oldu edebiyat. Popülerizm üst yapının baskısı olduğu için ve alt yapının direncini kırıp, daha çekici hatta bazen marjinal geldiği için kötülenebilir fakat daha önce halka indiğinde insanlar Cemal Süreya’yı bilmiyordu. Edebiyattan haberleri bile yoktu, artık bir şekilde var ve ipin ucundan bir yerinden tutuyorlar. Bu pencerede de popülerizmin yararından bahsedemez miyiz?’’ Teşekkürü borç biliriz… Edebiyat dünyasında bu tartışmada çoğunluğun fikirleri de bu şekildedir kanımca. Ancak şuna anlam veremiyorum, ülkece neden ‘’yarım’’ları ‘’eksik’’leri seviyoruz? Neden bir şeyler tam olmak zorunda değil? Neden buna da şükür psikolojisinden çıkamıyoruz? İnsanlar bir şekilde edebiyatın bir köşesinden tutunuyor, tamam ama basitleştiriyor bilinçsizce.
Üst yapının bulduğu mükemmel bir formül var meselâ. Sosyal medya çağındayız, insanlar kısa öz şeyleri seviyor. Görsele daha çok özen gösteriyor çünkü. Ne yapıyor yayınevleri, üreticiler; dergilerden örnek vereyim: Basıyor ön kapağa kocaman bir Frida Kahlo portresi, içindekiler bölümünü açın; Nâzım’dan iki tane aşk dizesi, Can Yücel’den sistem eleştirisi, Yaşar Kemal’den üç beş kesit, Yusuf Atılgan’dan varoluş sancısı, bir tane de Hayko Bağdat veya Enver Aysever söyleşisi, iki üç tane ismini çok duyurmamış yazardan postmodernist yazı; sayfalar vintage döşenmiş marjinale hitap edecek. Ve son. Tüketici ne yapacak, alacak. Bildiniz on beş dakika bilemediniz yirmi beş dakika okuyacak. Sonra bir Starbucks kahve, yanına dergi. Yaşasın edebiyat!
Formül yıllardır, özellikle son yılda takır takır işliyor. Sadece dergiler için değil, romanlar için de aynısını söylemek mümkün. Kokulu sayfalar, kitap içine konulmuş ilgi çekici ayraçlar. Görsel, görsel, görsel! Baudrillard’ın similasyon evreni! Her şey görselden ibaret. Kitabın rengi var, yazı puntosu var, sağa sola ortaya dayalı ilginç ortalamalar… Sorgulama, aydınlanma, öğreti, sanat kaygısı sıfır. Kitap, kapağı kapandığı anda bitti ve nesneleşti. ‘’Artık, sen de herkes gibisin…’’
Edebiyat Adına Umut
Bu tartışmaya daha çok taş atılacak gibi duruyor ve umarım da atılır. Sonucunda yeni bir akım, yeni bir dönem mi başlatılır; yoksa bu karmaşa hâlinde devam mı eder meçhul. Fakat, popülerizmin her alanda bir şekilde kendini var ettiği aşikâr. Bundan kaçınılabilir mi, hayır. Ancak bu kaçınmayış, piyasa babalarının edebiyat endüstrisi oluşturmalarına izin vermek anlamına gelmemeli. Atılan tüm taşlar bu uğurda atılmalı ve bunun için dökülmeli kelimeler kâğıda.