Yaygın görüşü destekliyorsun gene. Mevcut durum adil ve bundan iyisi olamaz sana göre. Bir şeyin varlığı, haklılığını kanıtlamaya yetiyor; ortalama insan, mevcut durumun hiçbir şart altında değişmeyeceğine bilinçsizce inanıyor. Bu saçma düşünceler, onların cehaletinden kaynaklanıyor elbette; bu cehalet Weiniger ‘in tarif ettiği henidikal zihin sürecinin ta kendisi aslında. Düşündüklerini sanan bu düşünce yoksunu yaratıklar, gerçekten düşünebilen birkaç kişi hakkında hükme varıyorlar.
Martin Eden, yirmili yaşlarda toy bir delikanlı. Fakir bir ailenin iş hayatına erken atılmak mecburiyetinde olan mensuplarından biri. Denizciliği meslek edinmiş, kendine aylarca geri dönmediği oluyor. Bu okyanus ötelerindeki seyahatleri sayesindeki ilginç tecrübeleri, az-çok görüp geçirmişliği; vücudunun sağlıklı ve yakışıklı yapısı, arkadaş canlısı ve fedakar olması onu ayırt edilir kılıyor hemen bulunduğu ortamda, ama ancak işçi sınıfı arasında…
Sınıf farkı denen şeye bir burjuva ailesinin evine konuk olarak gittiğinde rastlıyor Eden. Evin kızına, onun yaşamın zorluklarından nasibini almamış naifliğine ve parıltısına ilk anda vuruluyor. Diğer yandan da onun kültürüne, nezaketine, geçim derdi nedir bilmeyen sefahatine tanık oluyor; olmazları görüyor Eden.
Ruth’un aşkı bu mücadeleci gence yeni bir yaşam amacı veriyor, çünkü o kız o kadar yükseklerdedir ki bir melek gibi. Kitaplarla yatıp kalkmaya başlıyor, bir takım elbise diktiriyor kendine, köşeli denizci kasketini atıyor başından, yerine daha yuvarlak bir tane alıyor, temizliğine özen gösteriyor, telaffuz çalışmalarına, nezaket kurallarına eğiliyor. Aşılacak yol uzun, zaman dar.
Aslında kız da ona âşık, onun farklılığına, vücudundan taşan yaşam enerjisine. Hiç bilmediği duygular uyandırıyor içinde. Hali, tavırları ne kadar hoşuna gitmese de ondan kopamıyor. Onu bir şekilde biçimlendirebileceğine, işitmiş olduğu başarı hikâyelerinden birisine kahraman olarak yerleştirebileceğine inanıyor.
Geçiyor günler, aylar. Martin zamanla değişiyor, okumak bir araç değil amaç artık. Okuyunca görüyor ki, o da böyle şeyler üretebilir, hem de para kazanabilir. Dergilere gönderilmek üzere şiirler, hikâyeler, makaleler, kimi zaman da pespaye yazılar yazıyor. Yalnızca beş saat uyuyor Martin, bu bile çok fazla aslında. Daha iyisini ortaya koyabilmek için kendini paralıyor, peki ya sonuç? Hiç. Sefalet, açlık iyice belini büküyor; Ruth’un aşkı ve beklentileri de cabası. Bu arada bir şeyi fark ediyor Martin, Ruth artık anlamıyor onu, ne konuştuğunu ve ne düşündüğü; sanki bir dar kafalılık açmazı, hem sadece onda değil büyük kıymet atfettiği tüm burjuvazi böyle. Martin, artık arafta. Kendi öz çevresinden kopuyor ama ötekilere de yaranamıyor ki zaten belli bir noktadan sonra insanlara ve genelleşmiş ölçütlerine karşı hepten yalnız ve anlaşılmaz oluyor. Değerini yitiriyor pek çokları, hayat ve de aşk.
Martin Eden kusursuz ve üstün insan oluyor zamanla, belki haklı belki haksız bir kibir içinde, mağrur bir şekilde giriyor hayatlarımıza ve öyle de ayrılıyor aramızdan.
***
Bir bakıma geçmişini anlatıyor Jack London, kendi çabaları ile yüksek bir kültür edinmesini ve sorgulayıcı ve yaratıcı düşünce kabiliyeti geliştirmesini. Bu yolla kendisini de az pohpohlamıyor değil. Yazar olmanın zorluklarını görüyor okuyucu, editör tahakkümünü, London’ın beğenilme ve anlaşılma arzusunu. Üstelik popüler kültürün, herkesin benimsediği ama sorgulamadığı kalıplaşmış önyargıların fenalığı küstahça yüzümüze vuruluyor. Bir yandan da aşkın insana neler yaptırabileceğinin farklı bir örneği ortaya konuyor; bu nokta London için de gerçek, o da böyle bir kıza âşık olmuş ve onun hayatı değiştiren de bu zaten.
İyi Okumalar
Râsih Aslantürk