“Aşk hem gelişmek için ihtiyacımız olan hem de asla başaramayacağımız bir şeydir. Tek umudumuz zamanla daha başarılı başarısızlar olmamızdır ama bu da neticede yeterince iyi olmayabilir elbette.”
*Bu yazı Terry Eagleton’un Kötülük Üzerine Bir Deneme kitabından hareketle The Worst Person in The World filmini anlamaya çalışan spoiler içerir.
Joachim Trier’in filmi Dünyanın En Kötü İnsanı, bu ay Mubi’de gösterime girdi. Yönetmenin Oslo Üçlemesi’nin son halkası, klişelerden uzak, basit bir konuyu anlatan bir yapım. Kasım ayında Beyoğlu Sineması’nda izlediğim bu filmi her izlediğimde kafamı kurcalayan sorularla ele almak istedim. Kötülük üzerine düşünerek “The Worst Person in the World” ü veya esas adı Verdens Verste Menneske’yi anlamaya çalışacağım.
Kötü nedir? İyi nedir? Niye birini veya birilerini sadece bu iki sıfat üzerinden değerlendirmek zorunda kalıyoruz ilişkilerimizde? İzlediğimiz filmler özellikle de romantik olarak adlandıracağımız bir filmin kategorisinde ise bir karakteri iyi, ilah yaparken diğerini yerin dibine sokmaktan niye asla çekinmiyoruz?
Y Kuşağı temsili Julie
Film, on iki bölümden oluşan bir anlatıya sahip. Yirmili yaşlarının sonuna yaklaşan duygusal ve kariyer ilişkilerinde neler istediğini bilemeyen ve karar veremeyen Julie’nin (Renate Reinsve) yaşamını anlatıyor. Y kuşağının hep suçlandığı gibi maymun iştahlı, kendi jenerasyonu gibi kaygılara ve bitmeyen tatminsizliklerine sahip Julie. “Milenyum Kuşağı” veya “Anksiyete Kuşağı” (Anxiety Generation) olarak da adlandırılan bu kuşağın özelliğini taşıyor; Ebeveynlerinden daha düşük ücretli çalışan, iş güvenliği olmayanlar.
Julie, bir partide tesadüf eseri karikatürist sevgilisi Aksel (Anders Danielsen Lie) ile tanışıyor. Aksel, Julie ile kıyaslayınca onunla taban tabana zıt bir başka jenerasyonun temsili. Hatta filmin ilerleyen bir bölümünde Aksel’in söylediği gibi internet ve telefonların olmadığı, plak dükkânlarını gezen, çizgi roman karıştırdığı sahafların olduğu bir kuşaktan geliyor. Yani kültürün objeler aracılığıyla yayıldığı bir çağda büyüyen bir adam. Günümüz dünyasında feminizm karşıtı olarak ifade edilebilecek çizimleri olan, orta yaş krizinde bulunan biri. Aksel’e taşınması ve tesadüf eseri hayatına başka birinin daha dahil olması ile filmin hikâyesi derinleşiyor.

“Kötülük anlaşılmazdır“
Kötülük Üzerine Bir Deneme kitabında Terry Eagleton; “Bir eyleme kötü demek, onun anlayışımızın ötesinde olduğunu söylemektir. Kötülük anlaşılmazdır” demiş. Dünyanın En Kötü İnsanı filmini ilk izlediğimde Julie’nin Aksel’e ondan ayrılacağını söylemesi üzerine, Eivind (Herbert Nordrum) ve kendisi dışında tüm Oslo’nun donakaldığı etkileyici sahne aklıma geldi. Julie’nin eylemi klişe bakış açımıza göre kötü kalmalı sanırım. Filmin en büyüleyici sahnesi çünkü zamanla oynayan bir sahne. Milenyum kuşağının tabiri caizse Anksiyete Kuşağı’nın (Benim de bu kuşaktan olduğumu düşünürsek) zamanla ve zamanı yavaşlattığında rahat ve mutlu olduğunu, bir karar verme zorluğu yaşadığını biliyorum. Filmin iki insan arasındaki bu ilişkiyi, basit bu konusu üzerinden çok konuşuluyor hâle gelmesi ise “aşkın başarısızlığı” diye nitelendirebileceğimiz şey.
“Aşk hem gelişmek için ihtiyacımız olan hem de asla başaramayacağımız bir şeydir. Tek umudumuz zamanla daha başarılı başarısızlar olmamızdır ama bu da neticede yeterince iyi olmayabilir elbette.”

Son olarak, kitaplar ve filmler arasındaki şeffaf bağdan yararlanarak şunu söyleyebilirim ki, kötü – iyi kavramları üzerine düşünürken, karakterlerin iyi, kötü yanlarını düşünmek için başka kitaplar okumak, başka ayrıntıları görmek şart. Y kuşağını #metoo çağında, mansplaining yapanlara rağmen hem kadın hem erkek açısından bakıp kötü – iyi değerlendirmesi yapmak da zor. Ama tüm zorluğa rağmen bu film, kuşakları iyi gözlemlemiş, kendini tanımaya çalışan bir kadının öyküsü.
BONUS:
Film hakkında Özgür Mumcu ve Eray Özer’in yaptığı Yeni Haller podcastini dinlemeyi unutmayın!