Denize Küsenlerin ve Denizle Ümitlenenlerin Hikâyesi…
Zülfü Livaneli’nin “deniz tutkusu” yazarın bilinmez bir özelliği değil. Erken yaşlarından itibaren hep bir deniz üstüne roman yazmak isteği duyar. En sevdiği yazarlar arasında, son kitabının ilk kısımlarına “belki de balıkçı olmamalıydım, diye düşündü. Ama bunun için doğmuşum ben” sözünü aldığı “İhtiyar Balıkçı ve Deniz” romanının yazarı Ernest Hemingway de bulunur en başlarda. O’nun romanlarının anlatım diline tutkun ve hatta biraz da bunlardan etkilenme ile küçük yaşlarda evinden kaçıp denize sığınan bir kişiliktir Livaneli. Üstelik işin içine baskın bir deniz ve çokça da mültecilik konusu giriyorsa, en iyi bildiği temalar olarak karşımıza çıkıyor tüm bunlar. Bilindiği gibi kendisi de uzun yıllar “siyasal mülteci” olarak sıla özlemiyle yanıp kavrulmuştur.
İnkılâp Yayınevi tarafından yayınlanan Zülfü Livaneli’nin son romanı “Balıkçı ve Oğlu”nu aslında tür itibariyle bir “roman” olarak mı görmeli yoksa geniş bir öykü türü olan “novella” mı diye tanımlamalı? Bu konu tartışılır ancak ihtilafsız olan yön şu ki, yine işin içine Ernest Hemingway’in süsten ve laf ebeliğinden arındırılmış, birçok şeyi sözlerle değil eylemle anlatan, “efradını camî ağyarını mani” roman anlayışı tam olarak biçimsel yön olarak girmiş. Hemingway, sadece sanatsal yaratıcılığının biçimselliği ile değil, cismani olarak da romanda yer yer bulunuyor. İhtiyar ve Balıkçı’daki yaşlı kahraman, koca balığı zıpkınla öldürdüğü haliyle turistlerce Mustafa’ya anlatılırken, Hemingway’in bu ihtiyar balıkçısını Livaneli’nin Mustafa’sı pek sevmez. Zira o Yunuslarla eğlenen, balıklara bazen acıyıp tekrar denizine bırakan biridir. “Bazen koca bir balık yakalarsın beyim, tam sandala çekerken göz göze gelirsin mübarek hayvanla, sana öyle acıklı bakar ki kıyamazsın, denize salarsın geriye” der kahramanımız. İhtiyar Balıkçı’ya ilişkin “sevmedim” demesi ondandır.
Livaneli’nin Deniz’i ve Samir’i…
Oldukça sade ancak bir o kadar da yoğun anlamlı bir roman ile karşı karşıyayız Livaneli’nin eserinde. Balıkçı Mustafa ve eşi Mesude’nin çocukları olan Deniz’i bir gün ismini verecek kadar sevdikleri o hırçın deniz ellerinden almıştır. Mustafa, tıpkı Yaşar Kemal’in romanına adını verdiği gibi denize bile küsmüştür. Ancak kırılsa da sevilmez değildir hiçbir zaman. Denizler de kirlenmeye başlar. Ekolojik yıkımın habercisi olaylar günden güne yayılır. Farklı türde, örneğin balon balıklar türer. Denizler tıpkı günümüzde iyice kendini hissettiren Marmara müsilajı benzeri insan türüne alarmını vermekten çekinmez. Tam o sıralarda karşılarına bir mülteci bebek olarak “Samir” çıkar. Birden denizden, üstelik ölüler arasından çıkıverir bebek. Samir, Mustafa ve Mesude’ye yeni bir hayat enerjisi sunar. Ancak bu yeni bir baba, anne ve çocuk ilişkisi yaratmaz kolaylıkla. İşin içine bürokratik ve özellikle de hukuki engeller çıkar. Ve gittikçe içinden çıkılmaz bu sarmal, bir ailenin çözülüşüne dönüşür. Bu arada fonda mülteciler ekseninde kapitalizmin acımasızlığını, ekolojik dengenin bozulmasını, mülteciler konusundaki duyarsızlıkları esaslı bir şekilde görmeye başlarız. Ancak tüm kirlenmişliklere karşın halen o öz sadeliğini ve temizliğini koruyanlar da vardır. Mesude, Anadolu’nun gönlü genişliğinin bir simgesi gibidir. Afganistan’a geri gönderilen Samir’in annesi Zilha’nın çocuğunun en azından yaşaması için teslimi kabul ettiğindeki hisleri tüm bunları yansıtmaktadır bir bakıma:
“… Kadın ona baktı. Bakıştılar. Kadın kadını anladı, kadın kadını hissetti, kadın kadını sezdi. Zilha, Mesude’nin elini tuttu, hafifçe sıktı, gözleriyle tamam işareti yaptı, sonra o eli yine bebeğin başına götürdü. Odadaki diğer kadınlar sessiz töreni izliyorlardı… Mesude avukatın söylediklerini aklına getirmemeye çalışıyor ama başaramıyordu. Kadın da orada öldürülür büyük olasılıkla demişti Avukat. Bu yüzden çocuğunu…“
İnsani Duyarsızlığın Doruğu: Mültecilik Meselesi…
Doğanın tahribatı ile mülteci sorununu berrak ve akıcı bir dil ile anlatan 135 sayfalık “Balıkçı ve Oğlu” romanı bittiğinde karşımıza tür romanlarında çokça görülmeyen bir biçimde yazarının kitabın yazım serüvenini anlattığı iyi bir röportajı çıkıyor. Ve buradan anlıyoruz ki, aslında Abdülhamid üzerine tarihi bir roman çalışmasına yoğunlaşan yazar, öncesinde ilk bölümünü Cumhuriyet Gazetesi’nde “Yunuslar” adı ile yayınladığı bu hikâyeyi anlatmayı bir bakıma borç gibi görüyor ve ilk dönemlerinin deniz üzerine roman yazma hasretini bu şekilde gideriyor. Ve arka kapak yazısında da belirtildiği gibi kitap, Ege’nin tarihinden bugününe, balık çiftliklerine ve rant hırsıyla dağlara, kıyılara saldıran şirketlerin yarattığı ekolojik yıkıma dair çok şeyler söylüyor. Ve bu konu insanın zihninde, tasvirlerin ustalıkla seçilmesi ile capcanlı bir anlatıya dönüşüyor.
Akıcı ve nitelikli bir eser olan Livaneli’nin şiirsel diliyle yazılmış “Balıkçı ve Oğlu”, yazın başlangıcında, acılı ama bir yönüyle de umutlu bir okuma yapmak için iyi bir tercih gibi görünüyor. Duyarlık kalplere sesleniyor…
- Balıkçı ve Oğlu – Zülfü Livaneli
- İnkılâp Yayınevi – Roman
- 135 Sayfa
- 2021.