Kontrol delisiyim galiba. Elim mahkum çünkü yönetmen, sette filmi baştan sona anlayan ve bilen tek kişidir.
Sinema sektörünün birkaç kişinin tekelinde bulunduğu günlerde sanat yaşamına sinemayla başlayacağına inanamadığı için fotoğrafçılıkla başlayan Nuri Bilge Ceylan, daha sonra adını sinema tarihine altın harflerle yazdırmayı başarmıştır. Belki de en emin yoldan ilerlemiş, sinema gözünün oluşabilmesi için kendisinde bir fotoğraf algısı oluşturmuş, bu sayede her filminde bize fotografik karelerle adeta görsel şölen yaşatmayı başarmıştır.
Aslında fotoğrafçılık kariyeri küçük yaşlarda başlamıştır. Bir tanıdığının ‘fotoğrafçılık ve karanlık oda teknikleriyle’ ilgili hediye ettiği kitap, onun yaşamında büyülü sahneler çıkarmasını sağlayacak ilk kıvılcımı oluşturmuştur.
Sanattan çok, oyun gibi gelmişti bana. Çektiklerimi evin banyosunda basmaya başladım. Kırmızı ışıkta fotoğrafların belirmesi sihirli bir şeydi adeta.
Aslında Nuri Bilge Ceylan tam bir ‘alaylı’dır. Çünkü eğitim için İngiltere’ye gittiğinde maddi yetersizlik yüzünden eğitimini sürdürememiştir. Ancak İngiltere ona bambaşka bir kapı açmış, sayısız film izlemesine olanak sağlamıştır. Okula gitmek yerine King’S Cross’taki Scala Sineması ve South Bank’teki NFT’de izlediği filmler, onun film algısını oluşturabilmesi için adeta okul olmuştur.
Kendi yarattığı okul günlerini “Scala tek bilete günde iki üç film gösterirdi, neredeyse her gün gidip seyrederdim hepsini. En iyi eğitim o filmleri izlemekti benim için. İşin teknik kısmını bir nebze olsun anlayabiliyorsan, ki ben anlıyordum, film izleyip ne tür lens kullandıklarını, kameranın konumunu, her bir sahnede ne yaptıklarını kestirebilirsin.” cümleleriyle ortaya koymuştur.
İngiltere günlerinin ardından Türkiye’ye döndüğünde ilk iş olarak bir sinema okuluna yazılsa da okul ve hocalar onun ruhunun derinliklerinde yatan büyülü dünyayı tatmin etmemiş, iki yıl devam ettirdiği okulu bırakma kararı almıştır. İngiltere’de izlediği filmler onun ‘sinema algısı’nı oluşturmasını sağlamıştır.
“Yönetmenin yaptıkları bana göre daha gizemliydi çünkü kamera arkasında tam olarak neler döndüğünü bilmiyordum ve daha önce hiçbir film setinde bulunmamıştım. Türkiye’ye döndüğümde bir sinema okuluna yazıldım fakat bunun çok da gerekli olmadığını hissedince iki yıl sonra okulu bıraktım. Çünkü daha ortada kamera bile yoktu, uygulamaya geçemiyorduk. Sinema anlayışım ve zevkim genel olarak hocalardan ve diğer öğrencilerden çok farklıydı.” cümleleriyle okulu bırakma nedenini samimi bir şekilde ortaya koymuştur.
Okul hayatını noktalama kararının ardından bir film ekibinin içinde olmayı arzu etmiştir. İlk olarak bir arkadaşının kısa film projesinde oyuncu olarak yer almıştır. Bu kısa film, onun post-prodüksiyon aşaması hakkında bilgi etmesi için eşsiz bir fırsat sunmuştur. Bu rol için para kazanamasa da daha değerli bilgilerle bu işi noktalamıştır.
Artık en büyük tutkusuna, film çekmeye, ulaşma arzusundadır. Kısa film projesinde beraber çalıştığı arkadaşından Arriflex 2B marka kamerayı üç bin dolar karşılığında satın alarak sinema hayalini gerçekleştirmek için ilk somut adımını atmıştır. Ancak sorun şudur ki kamera oldukça eskidir, üstelik ses kayıt özelliği bulunmamaktadır. Ancak olumsuzluklar Nuri Bilge Ceylan’ı yıldırmamış, kısa sürede ilk kısa filmini çekmeye başarmıştır. İngiltere günlerinde elde ettiği tecrübeleri ve küçük yaşlardan bu yana elde ettiği fotoğrafçılık tecrübelerini bu kısa filme aktarmıştır. Fotoğrafçılıkta geliştirdiği ‘insan’ anlatma becerisini bu kısa filme de aktarmıştır. Ancak teknik bir hata yapmıştır bu kısa filmi çekerken, filmini 35 mm ile çektiği için bu film pahalıya mal olmuştur. Nuri Bilge Ceylan’ın bir arkadaşı ilkel yollarla çareler üretmiş ve böylece filmini Cannes’a göndermeyi başarmıştır.
Ardından 1997 yılında ilk uzun metrajlı filmi “Kasaba” yı çekmiştir. ‘Kasaba’ filminin yapım aşamasını “Tek asistanım bir odaklayıcı, oyuncular da ailem ve arkadaşlarımdı. Çoğu sinemacının sahip olmadığı bir şeye sahiptim: Zamanım vardı. En az bir yılımı verdim bu filme. Boş olduğum her fırsatta çocukluğumun geçtiği kasabaya gidip çekim yaptım.” cümleleriyle anlatmıştır.
Ancak kısa filmi de Kasaba filmi de henüz ona para kazandırmamıştır. Geçimini sağlamak için bir arayış içine girmiş, seramik katalogları oluşturmak için fotoğraf çekerek para kazanmıştır. Filmlerinde yaşadığı çevreyi, insanlık hallerini anlatmayı seven Nuri Bilge Ceylan, “Uzak” filminde de kendi hayatına yer vermiş ve bu bilgiyi kullanmıştır.
“Yani her şey çok fazla insana ihtiyaç duymadan sinema yapabileceğimi düşünmemle başladı.”
Filmlerinde arkadaşlarını, ailesini, köy insanları oynatmayı her zaman avantaj olarak görmüş hatta bu insanların senaryoyu daha da zenginleştirdiğine inanmıştır. ‘Kasaba’ filminde amatör oyuncuların senaryodaki kelimelerden çok daha derinini kurabildiğini fark etmesiyle film boyunca senaryo değişikliğine gitmek zorunda kalmıştır. Bu tecrübeleri sonunda da hiçbir senaryosuna kutsal kitap gibi davranmamıştır. Filmlerini zenginleştiren bu güzel insanların gerçek seslerini de kullanarak etkiyi artırmıştır.
Film tutkusu onu ikinci bir filme daha yönlendirmiştir ve ‘Mayıs Sıkıntısı’nı çekmiştir. Ancak artık teknik donanımı daha iyi olan bir kamerayla filmlerini çekme kararı almıştır. Bu nedenle ses ve görüntü senkronizasyonu yapan bir başka kamera satın almıştır.
Daima ‘yeniliğin’ ve ‘farklılığın’ peşinde olan Nuri Bilge Ceylan, bu filmi kendi evinde çekmiştir. Filmin etkisini artırmak için evini çeşitli kadrajlarda fotoğraflamış ve bu fotoğrafları mizansen yaratmak için filminde kullanmıştır. Aynı isimlerle yıllarca çalışmış olmanın rahatlığıyla bu filmine çok güvenmektedir. ‘Mayıs Sıkıntısı’ filmini çekerken doğanın mucizeleri filminin etkisini daha da artırmıştır. Tesadüfen kar yağmaya başladığı için senaryoya karı da dahil etme kararı almış ve bu filmini “teknik olarak” en kolay filmi olarak yorumlamıştır.
‘Mayıs Sıkıntısı’ filminin ardından ‘İklimler’ filmini çekmiş ancak değişikliğe giderek oyuncu kadrosunda yer almıştır. Bu filmiyle ilk defa dijital kamera kullanmıştır. Ancak bu kamerayı kullanmayı bilmediği için kamerayı kiraladığı şirketten bir kameramanı yardımcı olarak istemiştir. Böylece ‘İklimler’ filmiyle başlayan ve uzun yıllar beraber çalışacağı Gökhan Tiryaki hayatına girmiştir.
Bu filmde Nuri Bilge Ceylan’ın rolü oldukça fazla olduğu için Gökhan Tiryaki, çekim aşamasında Nuri Bilge Ceylan’ın sinema algısını aktarmayı başarmak zorunda hissetmiştir. Nuri Bilge Ceylan’ı da yanıltmamış ve bu filmin ardından Nuri Bilge Ceylan’la Gökhan Tiryaki birçok filme imza atmıştır. Beraber çalışabilmelerindeki en önemli etken Gökhan Tiryaki’nin Nuri Bilge Ceylan’ın dilini, sinema algısını çözebilmesindeki başarıdır.
‘İklimler’ filmi boyunca Türkiye’nin dört bir yanını gezmiş ve gittikleri yerlerdeki sahneleri birleştirerek filmi tamamlamışlardır.
Nuri Bilge Ceylan sineması gösterir ki az bütçeyle sinemada görsel bir şölen yaratılabilir.
Yakın çevresinden oyuncularla çok başarılı filmlere imza atan Nuri Bilge Ceylan, Türk ve dünya sinemasının dikkatini çekerek ödüllerle taçlandırılmıştır.
Her seferinde daha farklı tekniklerle ve daha da çarpıcı olarak köy ve şehir yaşamının anlatıcısı olmuş, sinemanın büyülü dünyasıyla bizi buluşturmuştur Nuri Bilge Ceylan.
‘Uzak’ filmi ile Cannes Film Festivali’nde ‘Jüri Büyük Ödülü’nü layık görülmüş, filmin iki başrol oyuncusu da ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü paylaşmıştır.
‘İklimler’ filmiyle de Cannes Film Festivali’ne aday gösterilmiş ve FIPRESCI Ödülü ile onurlandırılmıştır.
‘Üç Maymun’ filmi ile de Cannes Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanmıştır.
‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ filmi de Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür.
Son filmi ‘Kış Uykusu’ ile de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nü kazanmıştır.
Cannes Film Festivali gibi prestijli bir film festivalinin en büyük ödülü olan ‘Altın Palmiye’yi de sinema kariyerine ekleyen Nuri Bilge Ceylan, Türk film festivallerinde de birçok ödüle layık görülmüştür.
O, kendi dünyasını beyaz perdeye aktarmış ve adını ‘en başarı yönetmenler’ listesinin üst kısımlarına yazdırmayı başarmıştır.
Gelelim sinematografik açıdan ‘Kış Uykusu’ filmini incelemeye.
‘Bu hayat değil. Bu tiyatrodaki bir yangın sahnesi.’
Filmi bu cümle üzerinden incelemek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü film aslında ‘toplumsallık ve ekonomik açıdan sıkışmışlığı’ konu edinmiştir.
Konusundan söz etmeden önce filmin her bir karesinin size görsel bir ziyafet yaşatacağını, ruhunuzu doyuracağını bildirmek istiyorum.
Ayrıca bildirmek istediğim bir başka nokta da bu filmdeki diyalogların her birinin aforizma niteliğinde olması. Hayata ve insanlığa dair birçok tespitin bulunduğu bu cümlelerin tek bir mekanda uzun uzun irdelenmesi de filmin önemini daha artırmıştır.
‘Kış Uykusu’ üç ana kahramanın ‘yarattığı kendi cehennemlerini’ ele alır.
Alt metnini felsefeyle irdeleyerek metni zorlaştırmak niyetinde değilim. Ancak kesinlikle ‘aynı mekanda birbirine yabancılaşmış bireyler’ anlatılırken aklıma Albert Camus’nün ‘Yabancı’ romanı, Anton Çehov’un ‘Karım’ öyküsü, Franz Kafka’nın ‘Dönüşüm’ romanı geldi. Kendine yabancılaşan, topluma yabancılaşan bireylerin aynı çatı altında ne denli zor var olabildiğine tanık olacaksınız.
Film, Kapadokya’da geçmektedir. Hikayenin ana kahramanlarından Aydın, emekli olduktan sonra İstanbul’dan Kapadokya’ya yerleşmiş ve Kapadokya’ya ailesinden miras kalan Othello Otel’i işletmek için gelmiş bir aktördür.
Aydın’ın kimliğinde gözlemlediğim ilk çatışma ismiyle müsemma ‘aydın’ kelimesinin altını doldurma biçimiydi. Bilgiyi ve parayı elinde bir güç olarak bulunduran Aydın, aynı zamanda çevresinde iyiliksever bir tablo da çizmektedir.
Adının ‘Aydın’ olması şüphesiz ki tesadüf değildir. Aydın, Kapadokya’da çıkan bir gazeteye makaleler yazmakta, bunun yanında ‘Türk Tiyatrosunun Tarihi’ adında bir kitap yazmak için uğraşmaktadır.
Bu özellikleri göz önünde bulundurarak filmin ‘düşünce’ filmi olduğunu düşünüyorum. Bize bir ‘düşünceyi’ sunmak amaçlı çekilmiş bir film. Böyle nitelendirmemin sebebini ise filmin başlangıç sahnesine bağlayarak anlatmak istiyorum.
Aydın otele girdiğinde otelde konaklayan bir müşteriyle karşılaşır. Müşteri otelde at olup olmadığını sorar.
-Hayır, at yok.
-Yok mu? Web sitenizde at resimleri gördüm.
-Evet, aslında bu çevrede çok fazla sayıda vahşi at var. Bizimki sadece web sitesi için bir görüntü.
-Anlıyorum.
Aydın, bu konuşmadan uzaklaşabilmek adına otel çalışanından bir kahve isteyerek pencereye yönelir.
İşte bu sahnede kamera Aydın’a arkadan yaklaşarak ona odaklanır. Ve işte bu sahne bana filmin ‘düşünce’ filmi olduğunu düşündürmektedir. Çünkü Aydın’a arkadan yaklaşan kamera adeta onun zihninin içinde gezinmeye başladığımızı düşündürür.
Aydın’ın zihnini yoran iki kadının varlığına tanıklık ederiz filmde. Biri Aydın’ın orta yaşlı, huysuz ve eşinden yeni ayrılmış kız kardeşi Necla, diğeri ise kendisinden oldukça küçük eşi Nihal.
Filmde Necla ve Aydın’ın diyalogları en sevdiğim ve en etkilendiğim bölümlerdendir. Necla yeni boşanmış biri olarak ağabeyinin yanına gelmiş, başlangıçta ağabeyi ile uzun uzun onu destekleyen sohbetler etmiş ancak zamanla Aydın’ın kişiliğinin altında yatan ‘ukala entelektüel’i keşfettiği için ağabeyini acımasızca eleştiren bir kadına dönüşmüştür. Bu nedenle Aydın’ın zihninin derinliklerini deşen bir kadındır.
Nihal ise evliliğinden mutlu olmayan, boşanmak isteyen bir kadındır.
Nihal’in de Necla’nın da varlığı Aydın için huzursuzluk kaynağıdır.
Aydın bir yandan bu iki kadının ruhunda yarattığı huzursuzlukla baş ederken diğer yandan da kiracılardan kira toplama derdiyle baş etmektedir. Kira toplamak onun için gerçek bir ‘dert’tir. Ve belki de burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta bu iş için görevlendirdiği yardımcısının bu kiraları toplamak için kaba kuvvete başvurmayı adeta kendisinde hak olarak görmesidir çünkü bu gücü Aydın’dan almaktadır.
Kiracı-Aydın ilişkisini anlatmak için önemli bir sahne bulunmaktadır filmde. Ancak spoiler olmaması adına burada anlatmam gereken önemli bir sahneyi geçmek zorundayım. Ancak o sahne ile kapitalist düzene gösterilen tepkinin önemi vurgulanmaktadır.
Filmde ‘din’ olgusuna da eleştiri söz konusudur. Aydın, bir din adamının evine gittiğinde karşılaştığı pis manzarayla büyük hayal kırıklığına uğramıştır. Kız kardeşine bu durumu anlatırken yaşadığı tiksintiyi de gizlememiştir.
-Bir görsen nasıl pis dağınık.
-İçeri girdin mi?
-Yok bahçeyi kastediyorum. Mahvetmişler.
Din konusuna bağlayarak devam eder.
-Her şeyden önce sen bir din adamısın. Kendi cemaatine örnek olman gerekir. Senin tertipli ve düzenli olman gerekmez mi?
-Kim o? Ben tanıyor muyum?
-Yok, tanımazsın(…) Yamuk yumuk, kılıksız bir adam. Bilmiyorum…Din adamlarının topluma örnek olması gerekmiyor mu? Özellikle taşrada. Önümüzdeki haftaya da bununla ilgili mi yazsam?
Filme dair söyleyecekler bunlarla sınırlı değil elbette.
Aydın’ın kişiliğinin üzerinden yöre halkı, Necla, Nihal, Hidayet, din, para hırsı gibi birçok konu irdelenebilir.
Ancak onlara da değindiğim takdirde film sizin için sürpriz olmaktan çıkacaktır.
Bu eşsiz filmle bir an önce buluşmanız dileğiyle…