Fatma Nur Kaptanoğlu‘nun Babam, Ev ve Yumurta Kabukları isimli romanında Semih, kızı Bilge’nin gözleri önünde günden güne, yavaş yavaş, hiç acelesi olmadan ölür.
Bu ölüm beklenen bir ölümdür. Babanın ölümü kesindir; doktorların onu hayatta tutmak için yapacağı bir şey kalmamıştır. Kalan günlerini evinde geçirmesine izin vermişlerdir. Baba makinelere bağlı vaziyette ölmektedir. Hikâyeye Bilge’nin eve dönüşüyle gireriz. Kızı eve dönmüştür.
Bilge, arabadan inip de bahçeye adım attığı andan itibaren kaçmaya ve yüzleşmeye imkanı olmayan çoğu şeyle yüzleşeceğini bilir. Bunu kendine söyleyemez, bunu bize söylemez; biz bunu sezeriz. Hikâye açıldıkça, günler geçtikçe ve babası öldükçe Bilge kendisini, yaşamını, köşelerini, ilişkilerini, ailesini, babasını, annesini, ablasını bize anlatacaktır. Aldığı kararların, seçtiği yolların onun hayatında doğurduğu dönüşümlerin kalıcı olduğunu düşünürken, somut olarak doğduğu yere döndüğünde aslında özünde buralarda bir parçasının saklandığını fark edecektir. Senelerce bu yüzleşmelerden, aldığı kararların kendi hayatında ve benliğinde yarattığı tahribatı kendinden gizlemeye çalışmıştır ancak hayatın doğal akışı, ölümün karşı konulamaz gerçekliği bizi hem kendimizle hem de arkamızda bıraktığımız şeylerle baş başa bırakır. Bir ölüm senelerce konuşulmayan, görüşülmeyen, düşünülmeyen insanları önümüze düşürür. Annemizi düşünürüz, ablamızı düşünürüz, onmamış aşkları, küçükken kaybolduğumuzu, bir orman karanlığında sığındığımız ağaç dibinde bize doğru yaklaşan sesin dönüştüğü anıyı düşünürüz. Babamızı düşünürüz.
Peki ölüm, ölmek, tüm günahları ve kötülükleri arkada bırakmaya mahir midir?
Fatma Nur Kaptanoğlu’nun öykülerinde yakaladığı anlatı gücünü, ilk romanında da rahatlıkla koruduğunu düşünüyorum. İki öyküden oluşan ve her iki öyküsünün de okurunda iz bırakma maharetine sahip olduğunu düşündüğüm Ateşten Atlamak kitabı, kendi adıma o yılın en iyi kitaplarından biriydi. Babam, Ev ve Yumurta Kabukları’nın göbek bağıyla Ateşten Atlamak öyküsüyle birbirlerine bağlı olduklarını düşünmeden edemedim. Ateşten Atlamak ne kadar sarsıcıysa roman bir o kadar yıkıcı. Ateşten Atlamak ne kadar hüzünlüyse roman bir o kadar hınç dolu. Adeta çivi gibi. İncecik ancak derin bir iz bırakan, döndürülemeyecek bir boşluğun kitabı Babam, Ev ve Yumurta Kabukları.
Bilge evine döner. Babası odasında makinelere bağlı ölmektedir. Gündüzleri onun bakımı için gelen bir kadın vardır. Doktorlar, hemşireler gün aşırı uğrarlar. Sahil kasabasının dinginliğinde hayat devam etmektedir. Kalabalık şehirde bir düzen oturtmak ne kadar yıpratıcıysa, doğduğu yerin sakinliği ve aynılığında benzer şekilde yıprandığını fark eder Bilge. Güzel anıları hatırlamak ister. Güzel anları canlandırmaya çalışır. Ancak dönüp dolaşıp yakalandığı şeyler geçmişin içine ağrılar yüklediği gerçekliği olur. Mutsuz bir evlilikte kendi içine doğru çöken bir anne. Ülke dışına kaçıp kendisini aileden kopartmış bir abla. Hasta olduğunu onlardan saklayarak ölümünü çocuklarına hediye eden, karısının ve çocuklarının üzerine sonsuz tahakkümünü bilinçli bir şekilde, şiddete varan bir seviyede hissettiren bir baba. Dönüp dolaşıp hapsolduğunuz duvarlar sizin soyut hapishanenizdir. Hayat bunu size dayatır.
Çok kötü görünüyor. Görüşmediğimiz yıllar boyunca onunla karşılaştığımda ne yapacağımı düşündüm hep. Özlediğim, güvenini aradığım, nefret ettiğim, ölmesini istediğim, kapıma gelip sarılmasını dilediğim çok ânım oldu. Hatta onunla uzun bir tren yolculuğuna çıkıp her şeyi en baştan konuşmayı istediğim bir hayalim bile vardı. Bir dönem her sabah “bugün babam arayacak, eminim” diyerek uyandım. Aramadı. Tren yolculuğuna çıkmadık. Ben her şeyimle onun evladı olamadım, evlat olmak sınırsız sevgi hakkı tanıyormuş, en azından öyle diyen çok, ben evlat halimle bile onun sınırlarına takıldım, sevgisinin bile bir çerçevesi vardı. s. 45
“Geldim. Yine. Eve dönmek çocukluğunu geçirdiğin dört duvara dönmek değil sadece, çocukluğunu oluşturan her detayı hatırlamak, o detaylar yerine konulanları hazmetmek, asla değişmeyenler için hayıflanmak, belki de üzülmek. Şimdi, çocukluğumda tahinli çöreğini çok sevdiğim fırının önünden geçerken, saatlerce oynadığım çocuk parkının oto yıkamaya dönüştüğünü fark ederken anlıyorum eve dönmenin sadece duvar yığınlarından, resimlerden, değişmeyen odalardan ibaret olmadığını.” s. 98
Belki de çocukken anlam veremediğiniz çoğu şeyi, annenizin sizi doğurduğu veya babanızın sizi kucağına aldığı yaşa ulaştığınızda anlıyorsunuzdur. Anneniniz neden kendini ve hayatını sevmediğini. Neden fazlaca sinirli ve mutsuz olduğunu. Her şeyi yapmaya gönlünüzce izninizin olduğu yaşlarınızda, geçmişte alamadığınız şeylerin kederiyle yüklü olmanızın ağırlığı size yetiyordur.
Hayat düşünüldüğü gibi tek düze bir ivmeyle, ileriye doğru akmıyordur belki de. Bir yerden, bir yaştan sonra geriye doğru akıyordur.
Fatma Nur Kaptanoğlu’nun bu romandan sonra bize çok büyük bir borcu var. O da mutsuz annelerin hikâyesini ya da romanını yazmak. Sabırsızlıkla bekliyorum. Babam, Ev ve Yumurta Kabuklarını iyi niyetle öneririm.
- Babam, Ev ve Yumurta Kabukları – Fatma Nur Kaptanoğlu
- Can Yayınları – Roman
- 112 sayfa