- 31 Mart 1948. Sıradan bir salı günü olarak başlayan bu tarihte Türk edebiyatının değerli bir kalemi aramızdan ayrıldı. 68 yıldır onun eserlerinden, onun dilinin ustalığından mahrumuz. Şüphesiz onun eserlerini sadece ‘aşk romanları/öyküleri’ olarak nitelememiz yanlış olur. O, ‘aşk’ gibi yüzyıllardır yaşayan genel geçer bir konuyu sosyolojik, psikolojik boyutlarıyla işleyen değerli bir kalemdi. O, sevmeyi seven kocaman bir yürekti. O, Sabahattin Ali’ydi.
Eserlerine değinmeden önce Sabahattin Ali’yi “Sabahattin Ali” yapan sürece değinmek gerek.
Kimdir bu yıllardır yazdıklarıyla gündemden düşmeyen büyük adam?
Yaşamına ‘köklü bir geçmişle’ başlar. Büyükannesinin dedesi Mareşal Mehmet Ali Paşa’dır. Nâzım Hikmet, Ali Fuat Cebesoy da aynı paşanın torunudur. Mehmet Ali Paşa’nın beş kızı olmuştur.
Mehmet Ali Paşa, kimi tarihçilere göre Alman, kimilerine göre Alman-Hırvat karışımı, kimine göre Macar’dır. Bizim tarihçilerimiz gerçek adının Karl Detroit olduğunu, Almanya’nın Magdeburg kentinde doğduğunu, Sadrazam Ali Paşa onu çocuk yaşta Berlin’de tanıdığını, İstanbul’a getirdiğini ve devşirme olarak yetiştirdiğini iddia etmiştir.
Almanya’nın eski cumhurbaşkanlarından Theodor Heuss ise paşanın geçmişini başka türlü anlatır. 1827’de doğan Karl Detroit’in çocukluğunu bir yetimhanede geçirdiğini, 18 yaşındayken Hamburg’ta bir gemide miço olarak çalışmaya başladığını, gemiyle Akdeniz seferlerine çıktığını ve o gemiyle İstanbul’a kadar geldiğini, limana çıktığını, Galata’yı, Beyoğlu’nu dolaştığını ve hayran kaldığını belirtmiştir. Karl İstanbul’da kalmak için diretmiş ancak arkadaşları onu bırakmak istememiştir. Arkadaşlarının inadına ilk başta çaresiz bir kabulleniş gösterse de aklı hatta yüreği İstanbul’da kalmıştır. Karl kararını çoktan vermiştir. Dönüş yolunda bir yolunu bulacak ve İstanbul’da kalacaktır. Arkadaşlarına rağmen İstanbul’da kalabilmenin tek yolu da Boğaziçi açıklarında denize atlayıp kıyıya yüzmekten geçmektedir plânında.
Karl, atlamış gemiden ve başlamış yalılara doğru yüzmeye. Yüzmüş, yüzmüş ve ulaşmış Sadrazam Ali Paşa’nın konağına. Karl, yetimhanede büyüdüğünü, burada kalmasına izin verilirse her işe koşacağını söylemiş. Ali Paşa çok sevmiş bu genci. Yalıya yerleştikten sonra şahadet getirip hemen Müslüman olmuş.
Tarih tekerrürden ibarettir derler, bu olaydan tam 106 yıl sonra, Nâzım Hikmet de büyükbabası gibi aynı sulardan atlayacak ve vatanından ayrılacaktır.
Karl, yeni hayatına yeni ismiyle devam etmiştir. Mehmet Ali adını alan Karl, Sadrazam Ali Paşa’nın korumasında hayatına devam etmiştir. Sadrazam Ali Paşa, ilk olarak Mehmet Ali’yi askeri okula yazdırarak eğitimini sağlam tutmuştur. Yapılan iyilikleri başarısıyla ödemiştir Mehmet Ali de. Kısa sürede başarılı bir subay olmuştur. Paşalığa kadar yükselen serüveni de bu askeri okulla böylece başlamıştır.
Ardından evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmıştır. Kızlarından Saniye, Sabahattin Ali’nin babaannesidir. Selahattin Bey, gençliğinde çok çekmiş. 1912’de Trablusgarp Savaşı’na ve ardından Balkan Savaşı’na katılmış. Balkan Savaşı’nda yaralandığı için askerlikten ayrılmıştır. Edremit’e yerleşerek bakkal dükkanı işletmeye başlamış. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla tekrar askere alınmıştır.
Birinci Dünya Savaşı bitince Selahattin Bey ailesini de yanına alarak İzmir’e yerleşir. Bir tiyatro kiralayıp işletmeyi düşünür ancak başarılı olamaz. Selahattin Bey birçok işi denese de bir türlü başarılı olamamıştır. Kim bilir belki de babasından geçme bir tutunamama durumu vardır Sabahattin Ali’de de.
Selahattin Bey’in eşi de oldukça zor bir kadındır. Sürekli kavga çıkaran, çocuklarıyla mücadele eden bir kadındır. İki kez intihar etmeye kalkışır. İlkinde bileklerini kesip başarılı olamayınca ikinci planını tasarlamış ve İzmir’de vapurdan atlamıştır. Ancak ikisinde de ölme isteğini yerine getiremez, kurtarılır.
1919 yılında Yunanlılar İzmir’e girmesi üzerine Selahattin Bey ailesinin güvenliğini sağlamak için ailesini Edremit’e götürür. Ancak kader onun peşini bırakmaz adeta, bir yıl sonra Edremit’in de Yunan işgaline uğraması nedeniyle sıkıntılı günler geçirir. Selahattin Bey, evi geçindirmek için her şeyi dener. Sabahattin Ali de yoksulluktan duyduğu huzursuzluğu makarna satarak gidermeye çalışmıştır. Çocuk ruhu fakirliğe çare arar.
Sabahattin Ali, ilkokulu bu zor koşullarda bitirdi. Kavgalardan uzak durur, bir köşeye çekilir kitap okur ve resim yapardı. Öğretmen gelmediği zamanlarda dersi arkadaşlarına o anlatırdı. Kitap alacak parası yoktu. Mahalle bakkalı ile berberi ellerine geçen kitapları Sabahattin Ali’ye verirlerdi.
Sabahattin ilkokulu bitirdiğinde Edremit, Yunan işgali altındaydı. Bütün dükkanlarda Yunanca tabela asılıydı. Sokaklarda Yunan bayrakları dalgalanıyordu. Sabahattin, bir an önce Edremit’ten gitmek için planlar yapıyordu. İstanbul’da birkaç okula girmeyi denese de başaramadı. Kaderi onu Balıkesir Öğretmen Okuluna götürdü. Edremit’ten ayrıldığı günlerde de Edremit, Yunan işgalinden kurtuldu. Üç yıl okuduğu Balıkesir Öğretmen Okulunda arkadaşlarıyla okul gazetesi çıkaran Sabahattin Ali; ilk şiirlerini, ilk öykülerini o dönemde yazmıştır. Yazarlığın ilk tadını böylece almıştı.
Kızlara karşı düşkünlüğü olan Sabahattin Ali, Kız Öğretmen Okulunda bir gösteri düzenleneceğini öğrenmiştir. Beğendiği kızların da orada olacağını bildiği için onlara ulaşmanın çaresini arar. Çareyi kadın kılığına girmekte bulur. Kimse fark etmez onun kılık değiştirdiğini. Ancak onu kıskanan öğrencilerden biri onu ispiyonlar. Okuldan atılması söz konusuyken Sabahattin Ali, okuldaki bir çam ağacına kendini asmaya karar verir. Okul birbirine girer ve sonuçta affedilir.
Tam bu dönemlerde annesi, babası tarafından İstanbul’da bir hastaneye yatırılır. Zira annesi, bütün aileye hayatı zehretmektedir. Babası da Ayvalık’ta bir iş bulur ve bunca yıldır çektiği geçim sıkıntısından biraz olsun kurtulur.
İstanbul’da okumayı çok istediği için İstanbul Öğretmen Okuluna geçiş yapar. Okulu nihayet biter. 1927 yılında ilk görev yeri Yozgat’a atanır.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi sevmeyi sever Sabahattin Ali. İlk büyük aşkı zekasına hayran olduğu uzaktan akrabası Nahit Hanım’dır. Nahit Hanım arkadaşı olarak gördüğü Sabahattin Ali’ye hiçbir zaman aşkla bakamamış ve Sabahattin Ali’nin azalmayan ilgisinden rahatsız olmuştur. Yozgat’tan Nahit Hanım’a yazdığı mektuplarda Yozgat ahalisinin yobaz ve dedikoducu olduğunu, bu yüzden kendini okumaya verdiğini yazmıştır. “Sana yalvarıyorum Nahit! Ve açıkça, terbiyesizce söylüyorum. Ben senden vücutlarımızın değil, kafalarımızın birleşmesini istiyorum.”
Yaz tatili nihayet gelir ve İstanbul’a döner. O sırada Milli Eğitim Bakanlığının dil öğrenimi için gençleri Almanya’ya göndereceğini öğrenir. Sabahattin Ali de sınavı kazanarak Almanya’ya gitme şansı yakalar. Bu onun o günler için bağlandığı en büyük mutluluktur. Yozgat’a dönmeyecek ve döndüğünde Almanca öğretmeni olabilecekti.
Tam bu dönemde yazı devrimi gerçekleşmiş, Türk alfabesi kabul edilmişti. Almanya’da 4 yıl kalacaktı. Parasızlık zaman zaman orada da sorun çıkardı. Almanya’da kalbi sevdalanmaktan geri duramadı, Fraulein Poder adında bir kıza aşık oldu. Karşılıksız bir aşktı bu. Almanya’da Marksizm kuramlarını öğrenmiş, solcu akımları yakından tanımıştı. Resimli Ay Dergisi’ne giderek Nazım Hikmet’le tanıştı. Bu derginin amacı gerçekçi bir halk dergisi yaratmaktı. Sabahattin Ali, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın geçirdiği bunalımlara tanık oldu. İki yılını bile doldurmadan 1930 Kasım’ında yurda dönme kararı aldı. Nedenini ise şöyle anlatır: Okuduğu okulda Alman öğrencilerden biri ‘’Bu parazit Türkleri buradan kovmalı.’’ der. Sabahattin Ali de hemen yerinden fırlayarak ‘’Biz,” demiş, “hükümetimizin verdiği parayla okuyoruz. Parazit falan değiliz. Sözünü geri al.’’ Alman öğrenci sözünü geri almayınca Sabahattin tokadı patlatır Alman’ın suratına. Bu yüzden de bursu kesilir. Yurda dönünce bir süre İstanbul’da bulunur, sonra Ankara’da yapılan dil sınavına katılır ve kazanır. Bu başarının sonucunda Aydın Ortaokuluna Almanca öğretmeni olarak atanır. Aydın’dan sonra Konya’ya atanmıştır. Konya hayatının dönüm noktaları olan şehirlerden biridir. Hayatındaki ilk ciddi sorunlar bu şehirle başlar.
Konya’da çıkan Yeni Anadolu başlıklı gazetede Kuyucaklı Yusuf parça parça yayımlanmıştır. Yeni Anadolu gazetesinin sahibi Emin Bey (eski bir öğretmen) ve Cemal Kutay’la sorun yaşamış, Kuyucaklı Yusuf’un bitmesini beklemeden gazeteyle ilişkisini kesmiştir. Bu beklenmedik ayrılık gazete sahiplerini öfkelendirmiştir ve intikam plânı yapmaktan kendilerini alamamışlardır. Ancak çirkin bir biçimde ondan öç almaya kalktılar. Sabahattin Ali’nin dergiye sekiz ay önce bıraktığı şiirlerin üzerinde oynama yaparak Gazi’ye yöneltilmiş bir saldırı biçimine sokarak savcılığa iletirler. Birkaç yalancı tanıkla da Sabahattin Ali’nin bu şiiri bir toplantıda okuduğunu söylerler. Şiirde Gazi’nin adı bulunmamasına rağmen hakkında soruşturma açıldı. Sabahattin Ali, kız kardeşini ve annesini tam bu olaylar cereyan ettiğinde Konya’ya davet etmişti. Sabahattin Ali tutuklandı. Annesinin zaten aklı başında değildi. Oğlunun tutuklandığını öğrendiğinde kanlı gözlerinden durmadan yaş boşalıyordu.
Mahkeme hakkında 12 ay hapis cezası verdi. Sabahattin Ali, temyize başvurarak bir savunma hazırladı. Bu savunmada geçen cümleler yargıçları kızdırmış olacak ki hakkındaki ceza 12 aydan 14 aya çıkarıldı. “Amaç, beni ülkeye zararlı sayarak yok etmekse bunun başka yolları olabilirdi ve adalet buna alet edilemezdi. Mahkeme tutanakları gelecek kuşakların gelecek kuşakların elinde birer belge olacaktır. Cumhuriyet yargıçları ileride yüzlerini kızartacak belgelerden çekinmelidirler.”
Cezaevinde arkadaşı Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektupta “Ben ne bir gazetede eşek bir yazı işleri müdürünün ne de bir yazıhanede daha eşek bir amirin kumandası altına girebilirim. Mümkün olursa yabancı ülkelerden birine gideceğim. Daha doğrusu birçok yabancı ülkeyi gezeceğim.” demiştir. Demek ki daha o yıllarda Sabahattin Ali’nin kafasında, cebinde metelik olmasa bile yabancı ülkelere gitme eğilimi vardı. Bu gidiş kararı tam 14 yıl sonra uygulandı ancak Sabahattin Ali ne yazık ki başarılı olamadı. Konya’da beş buçuk ay yattıktan sonra Sinop Cezaevi’ne götürüldü. Burada Hapishane Şarkılarını yazmaya başladı. Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü dolayısıyla meclis bir af yasasını kabul etti ve Sabahattin Ali de Sinop Cezaevi’nden kurtuldu. Sabahattin Ali, Aziz Nesin’le beraber Markopaşa gazetesini çıkardı. Bu gazetede yazılanlar nedeniyle defalarca mahkumiyet yediler. Sabahattin Ali artık cezaevine girmek istemiyordu. Kaçış plânını da böylece öne aldı. Kaçış plânından eşi dahil kimseye söz etmemişti. Son zamanlarda da kamyonculuk işleriyle uğraştığı için kimse aklına onun kaçacağını getirmedi. Kaçış plânını Edinekapı’da berberlik yapan Bulgaristan göçmeni, doğru dürüst bir eğitim görmemiş, orta boylu, dar alanlı, yuvarlak gözlü, sinsi bakışlı, hiç güven vermeyen ve kendini komünist sayan Berber Hasan Tural’la yaptı. Hasan Tural 1938’de Türkiye’ye göç ettikten çeşitli işlerde çalışmış, sonra berber dükkanı açmış, orada burada komünizmi öven sözler söylediği için de 1946’da komünizm propagandası yapmak suçuyla bir buçuk yıla mahkûm olmuştu. Berber Hasan’ın cezaevinden bir dostu vardı: Ali Ertekin.
1910 doğumlu bir Yugoslav göçmeni Ali Ertekin, orduda silah çalıp yakalandığı için 1945’te Askeri Mahkeme’ye verilerek dört buçuk ay hapse mahkûm edilmiş ve askerlikten atılmış işsiz güçsüz bir adamdır. Cezaevinde tanıştığı Berber Hasan’ı bulan Ali Ertekin işşizlikten yakınırken Berber Hasan’ın önerisiyle iki kişiyi yurt dışına kaçırmayı başarmıştır. Dışarıya kaçmak isteyen iki kişiyi Bulgaristan’a kaçırmayı başarınca Berber Hasan’ın güvenini kazanır.
Sabahattin Ali, Berber Hasan’ı cezaevinde tanımıştı. Cezaevinden çıktıktan sonra bir gün buluşmuşlar ve Sabahattin Ali, Berber Hasan’a Bulgaristan’a nasıl kaçabileceğini sormuştu. Berber Hasan da ona Ali Ertekin’in ona yardım edeceğini söyledi.
Bu konuşmadan birkaç gün sonra Sabahattin Ali’nin kafasında her şey somutlaşmaya başladı. Yine toptan beyaz peynir almak için Trakya’ya gidecekti. Kamyonu Kırklareli’ne bırakacak, Ali Ertekin de onu sınırdan geçirecekti.
Karısına ve evinde kaldığı Mehmet Ali Cimcoz’a mektup bırakarak yola koyuldu. Sabahattin Ali sonuna adım adım ilerledi.
Ali Ertekin, onun ölümüne sebebiyet vererek özellikle edebiyat dünyasında büyük bir boşluğa sebep olmuştur. ”Sebep olduğu boşluğun farkında mıdır?” sorusu şüphesiz ayrı bir yazı, ayrı bir tartışma konusudur.
Geride Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan romanlarını; Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ve Sırça Köşk öykülerini ve sayısız şiirini bırakmış değerli kalem Sabahattin Ali’nin ölümünün ardından kızı Filiz Ali’nin hislerini paylaştığı satırlar biraz daha yüreğimizi burkmaktadır:
“Babamın sözünü tuttum ve uzun zaman hiç üzülmemiş gibi yaptım. Yıllar boyu onun öldüğüne inanmadım. Geri gelecek diye bekledim. Kalabalıklarda ona benzettim insanları, yabancı ülkelerde beyaz saçlı, kısa boylu, tombulca adamları takip ettim, odur diye. Rüyalarıma girdi sık sık, hiç konuşmadan, gözlerini hafif kısarak, gülümseyerek baktı bana rüyalarımda, ben hep peşinden koşup onu yakalamak istedim ama hiç başaramadım. Babam için uzun yıllar hiç gözyaşı dökmedim, çünkü o ‘Filiz hiç üzülmesin’ demişti.”
Sabahattin Ali’nin aramızdan ayrılışının üzerinden 68 yıl geçmişken bugün hâlâ ‘en çok satanlar’ listesinin üst sıralarında yer alması onun kaleminin sağlamlığının ispatıdır.
Sabahattin Ali ölümsüzdür.