Ekim ayı, yayıncılık için sezonun başladığı ay kabul edilir; fuarda okurla buluşacak birçok kitapla beraber yeni yayın yılının kitapları tanıtılır, yayına hazırlanır. Bu nedenle, editöründen çevirmenine, dizgicisinden matbaasına, yoğun günler yaşandığını tahmin ediyoruz.
Biz de bu yoğun günler içerisinde, edebiyat emekçilerinin binbir emekle hazırladığı kitaplardan bir seçki hazırladık. Seçkimizde yeni çıkan kitaplarla beraber, Eylül ayında okuruyla buluşan kitaplar da yer alıyor.
Takipçilerimiz için seçtiğimiz 23 kitap şöyle:
1. Tesadüfi Buluşlar – Elena Ferrante
“Kimi zaman beni alaya alarak şöyle derler: Sevinç, ıstırap, öfke, nefret haykırışları olmayan bir dünya mı istiyorsun? Evet, tam olarak isteğim budur, diye yanıtlıyorum. Artık tüm gezegende, bağırmak, özellikle de acı haykırışlar için bir neden olmasın istiyorum. Alçak sesleri, ince heyecanları, zarif serzenişleri seviyorum.”
Tesadüfi Buluşlar, aralarında tüm dünyada çok okunan Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’ın da bulunduğu birçok romanın yazarı Elena Ferrante’nin bir yıl boyunca The Guardian için kaleme aldığı yazılardan oluşuyor. Uzun bir sohbeti andıran bu yazılar ilk aşktan iklim krizine, kadınlar arasındaki düşmanlıktan romanların filme uyarlanmasına kadar geniş bir çerçeveye sahip.
“Roman yazarı rolümün içinde kalarak yazdım ve gerçekten yüreğimde önemli yeri olan sorunlarla yüzleştim, eğer arzum ve zamanım olursa bu konuları roman biçiminde geliştirmek isterim,” diye son veriyor Ferrante bu farklı yazarlık serüvenine. Yani bu metinlerde tüm dünyada çok sevilen ve New York Times’ın “günümüzün en büyük yazarlarından” diye nitelediği bir yazarın düşüncelerini, zihnini en fazla meşgul eden konuları ve olası romanlarının tohumlarını buluyoruz.
Ferrante okurlarının ve deneme severlerin çok keyif alacakları bu yazıları Andrea Ucini’nin zekâ dolu, esprili illüstrasyonlarının ve Ferrante’nin önsözünün yer aldığı özel bir baskıyla sunuyoruz.
2. Mesleğim Yazarlık – Haruki Murakami
Roman yazmak yüreğinizdeki karanlığın dibine dek inmektir.
Yalnız yapılan bir iş olduğunu söylemek sıradan bir ifade olur ama roman yazmak –özellikle de uzun bir roman yazmak- gerçekten de yalnız yapılan bir iştir. Bazen derin bir kuyunun dibinde tek başıma oturuyormuşum gibi bir hisse kapılırım. Ne kimse yardım edebilir bana, ne de biri çıkıp “Bugün iyi iş çıkardın” diyerek sırtımı sıvazlar. Neticede ortaya koyduğum eser birileri tarafından (elbette iyi olmuşsa) övülebilir ama kimse roman yazma işinin kendisini değerlendirmez. Bu, yazarın tek başına sessizce sırtlanacağı bir yüktür. Yaşayan en büyük edebiyatçılardan biri olan Haruki Murakami’den bir meslek olarak “yazarlık”… Tüm yazma heveslilerine ilham verecek tespitlerle dolu, “yazma dersleri” olarak da okunabilecek bir metin.
3. Güzel Ölümün Öyküsü – Ayşegül Devecioğlu
“Yürümeye devam ediyor. Hava eskisi kadar soğuk değil, yakında bahar gelecek, ardından yaz, dünya dönmeye devam edecek. Peki dünya ne zaman duracak? Yaşamın hep böyle süreceği bilgisi, karanlıkla birlikte derisinden içeri sızıyor. Dünya dönmeye devam edecek. Sabah, gece birbiri ardına, korna böğürtüleri, kaldırımlar, insanlar arasında, bir de o kükreme, betonun, inşaat kepçesinin, polis arabasının, kim bilir neyin.”
Güzel Ölümün Öyküsü Ayşegül Devecioğlu koleksiyonunun altıncı kitabı.
4. Murişa – Feri Lainscek
Murişa’nın öyküsü, savaşın eşiğindeki dört ülkenin ortasına kurulmuş can pazarında geçiyor. Bu kaynar kazanda Macarlar, Almanlar, Yahudiler, Hırvatlar, Sırplar, Türkler ve Çingeneler hatta Bolşevik devriminden kaçan Rusların yaşamları pişiyor; yaşamları nefesleri ister istemez ateşi harlıyor. Julian, genç Julian eğitimini tamamladıktan sonra, ailesini ve çocukluğunu paramparça eden nehirden intikam almak için içinden alevler yükselmeye yüzü tutmuş memleketine döndüğünde başka bir ateşin içine düşer: Zinaida. İkisinin aşkı ne siyasi ne de milli unsurlar taşıyor. Sımsıkı ve sıcacık. Her türlü intikamı söndüren bu aşk, Julian’ın göğsünü de rahatlatır.
Nehir oradadır sadece. Ne iyidir ne de kötü. Başına gelen her olaya kaçınılmaz bir şekilde eşlik ederek sessizce akıp gitmektedir – gizemli, güçlü ve durdurulamaz – tıpkı sadece kendi bildiği bir oyunun kurallarıyla genç bir adam ve kadın arasındaki saf ve güzel aşkı şekillendiren yazgı gibi.
Murişa, Balkanların çok renkli dünyası içinde, dokunduğu hayatlara aldırmadan aktığı ovada yaşamın ve ölümün kaynağı nehrin umursamaz, dizginlenemez akışına karşı nafile bir mücadelenin ve büyük savaşın ortasında yeşermeye çalışan sürprizlerle dolu bir aşkın masalı. Bu masal, daha önce Çiçekler Kimin İçin Açıyor adlı romanıyla tanıdığınız Feri Lainscek’in kalemiyle okuruna yapılmış bir büyüye dönüşüyor.
5. Çocuk Geliyor – Han Kang
2016 Uluslararası Man Booker Ödüllü Vejetaryen’in yazarı Han Kang’dan Çocuk Geliyor.
18 Mayıs 1980 Gwangju Kore
Bak Coınğ Hi’ye 1979 yılında gerçekleştirilen suikastın ardından yeni iktidar yönetime geçmek üzere harekete geçti. Kore halkı demokrasinin daha fazla zarar görmesini istemiyordu, ülkenin dört bir yanında gençlerin başını çektiği protestolar başladı. Ordu iktidara el koydu. Amaçlarının öğrenci ve işçi eylemlerini bastırmak olduğunu söylediler. Silahsız eylemcilere ateş açıldı, işkence edildi, sayısız insan tutuklandı.Dokuz gün süren olaylar ardında binlerce yaralı ve hâlâ sayısı tam belirlenememiş yüzlerce ölü bıraktı. Olaylar Gwangju Ayaklanması ismiyle demokrasi tarihine geçti.
Han Kang, ölülerle, geride bıraktıkları yaşayan ölüler arasındaki ince çizgiden yazıyor. Alacakaranlık kuşağına korkusuzca dalıyor, adalet ve demokrasi tarihinin kanlı bir sayfasını, günümüzdeki yansımalarının ışığında evrensel bir hikayeye dönüştürüyor.
“Akıldan çıkarması güç bir anlatı.”
– Observer
“Özgün, yoğun ve kışkırtıcı. Çok cesur. Çocuk Geliyor itirazını edebiyatla yapan bir yazarın şaheseri.”
– Newsday
“Teknik ve içerik bakımından edebi bir zafer…”
– The Sunday Telegraph (5 yıldız)
6. Varamayan – Ahmet Büke
Bak oğlum, dedi. İnsan dediğin yozdur. Hem de Kayacık kayasından daha karadır yüzü. İnsan ne işe yarar? Bir boka yaramaz. Ama karga dediğin mübarek hayvandır. Onu bunu ayırmaz, bulduğunu yer. Sonra bak insanlar ceviz dikmez. Fenalık getirir diye. Halbuki en büyük fenalık kendinden çıkar.
Ahmet Büke, doğup büyüdüğü yerleri ve insanları günlük hayatları üzerinden ustalıkla anlatan öyküleriyle başta Sait Faik Hikâye Armağanı olmak üzere çeşitli ödüllere layık görüldü. Yeni öykü seçkisi Varamayan’a adını veren uzun öykü kırılgan ve saf Ahmet’in askerden eve dönüş macerasını, yol boyunca karşılaştığı güçlükleri anlatıyor. Sıla arzusunu, yersiz yurtsuzluğu, özlemi, kederi ve günlük hayatın kalbindeki tuhaflıkları gözler önüne seren bu öyküler yaşadığı topraklarla bütünleşmiş bir yazarın duru üslubu ve benzersiz gözlem yeteneğiyle öne çıkıyor.
7. Normal Nefes Almaya Devam Edin – Hakan Bıçakcı
Bu nedenle yazan çizen insanları da anlamam. Düşüncelerini, anılarını hikayelerini arsız bir iştahla yayımlatanları. Herkes onların akıllarından geçenleri okusun, izlesin, etkilensin saplantılarına bir mana veremem. Sapık gibi insanların ruhuna dokunma çabalarından tiksinirim. Hele tartışmayı seven insan. Aman aman. Gözlerdeki o parlama. O tükürüklü telaş. Tartışmayı çok sevenle tartışmayı hiç sevmem. Bir an önce savunduğu fikir galip gelsin de görüş alanımdan çıkıp gitsin isterim. Onu dinleyeceğime, kafamı dinlerim.Manyakça sırıtanlar, meraktan delirenler, kıymetli yalnızlıkları arayanlar, hayallerinden çok uzağa düşenler… MP3 arşivi ile Spotify arasında sıkışan şaşkın müzikseverler. Beton ve metal istilasından kaçıp mezarlıklarda nefes alan endişeli kentliler. Gecenin köründe asansöre binen eli cımbızlı adamlar. Yaşadığımız dünya yeterince ürkütücü değilmiş gibi yeni nesil korku konseptli kaçış evlerine gidenler. AVM görünümlü flehir yaratıkları, balmumu heykeller, ölü kediler, tatsız perşembeler, paranoya panayırları, uykuları kaçıran kabuslar…
Hakan Bıçakcı, kendine özgü yalın üslubuyla, modern zamanları ve faillerinin dehşetli monotonluklarını anlatıyor.Normal Nefes Almaya Devam Edin, gittikçe karmaşıklaşan sanrılıöykülerin kitabı. Çarpıp kaçan, derin tesirli, paranoyakça gerçekçi.
8. Hiçbir Yerin Ortasında – Ezgi Polat
Oraya nasıl gittiğimi ya da oradan nasıl döndüğümü bilmiyordum. Tek bildiğim, bir anda kendimi orada buluvermemdi. İnsanların yıkılan dünyalarından kaçıp sığındığı, her şeyden soyutlanmış bir zamanda, en ufak bir medeniyet izinin olmadığı o ormanın içinde.
Ezgi Polat yeni öykü kitabında tehlikeli alanlarda dolanıyor. Kitaba ismini veren öyküde günümüzün önde gelen bir fotoğraf sanatçısının içsavaşın ortasında kalmasıyla yaşadığı derin buhranı ve sonrasında yaşam sevgisini yeniden kazanma sürecini anlatıyor. Bazı öykülerinde de evini terk edenleri, kendini arayanları, bilinmeyene açılanları konu ediyor.
Hiçbir Yerin Ortasında’da insanların karanlık yönlerine değinen öyküler de yer alıyor; bu yönüyle kıskançlığa, yıkıcı duygulara, yalnızlık korkusuna ve derinlere işlemiş öksüzlük hissine tercüman oluyor.
9. Bilgelik Ağacının Gölgesinde – Avram Ventura
Bilgelik ağacının gölgesinde yeşeren düşünceler…
İzmirli şair, köşe yazarı Avram Ventura’nın kişisel deneyimlerinden, gözlem ve sorgulamalarından beslenen Bilgelik Ağacının Gölgesinde, yaşama farklı pencerelerden bakmayı öneren yirmi iki denemeden oluşuyor.
Sebatkâr bir okurun yıllar içindeki birikiminden damıtılmış bu içtenlikli yazılarda, başta Montaigne olmak üzere insanlığın yolunu aydınlatan pek çok sanatçı, biliminsanı ve düşünüre mütevazı bir dost selamı gönderen yazar; okurlarını edebiyat, sanat ve felsefenin derin sularında birlikte kulaç atmaya çağırıyor.
Yaşamayı, sürekli yolda olmaya; yazmayı ise hiç bitmeyen bir yolculuğa benzeten Ventura’nın, usul usul demlendirdiği Bilgelik Ağacının Gölgesinde, Delidolu’nun #Okumak temalı kurmaca dışı eserler koleksiyonundaki yerini alıyor.
Anılardan, kitaplardan, sanattan, dostluktan, iyilik ve kötülükten, yalandan, yalnızlıktan, sevgiden, ölümden, başarıdan; kısacası hepimizin hayatından söz eden, önce kendine sonra okuruna ayna tutan bu denemelerle bilgelik ağacının gövdesine yaslanıp biraz olsun düşünmeye ne dersiniz?
“Hayatın gerçeğini kavramış, insanlığa her alanda katkısı olmuş tüm düşün, sanat, bilim ve inanç önderlerini düşünüyorum. Kökleri binyıllara uzanan bu insanlar, bilgelik ağacının dallarını oluşturuyorlar. Ben o ağacın bir dalı olamasam da, hiç değilse gölgesine sığınmaya çalışıyorum.”
10. Bekleyişin Şarkısı – Mehtap Ceyran
Yaralı ağaçların, kirlenen bulutların, gözü çıkarılan kedilerin, evine dönemeyen kemiklerin, yer değiştiren mevsimlerin, adsız sokakların, olamamış aşkların, sonsuz yalnızlıklarla çevrelenmiş insanların, çöle dönen hayatların ve dağılmış bir zamanın da bekleyişinin şarkısıdır artık dillerdeki. Aramanın giderek evin yolunu kaybetmeye, kurtların, çakalların, avcı köpeklerin ayak izlerini takip etmeye ve gitmenin dönmeye evrildiği bir labirent. Bekleyişin Şarkısı, insanın yaşamı kendi girdabına çekmesinin incelikli anlatısı. İlk romanı Mevsim Yas ile acının kendi dilini yarattığı coğrafyanın resmini cesaretle çizen Mehtap Ceyran, yine bir yaranın kabuğunu kaldırıyor. Bu bir arayış, bekleyiş, onarılmaz yokluk ve sonsuz bir merhamet romanı.
“Çağına yokluk veren bir süzgeçten süzülüp geliyordu her şey. Gözümde görüntüler belirip kayboluyordu. Dilsiz ağızlar, sözcüksüz diller görüyordum. Her şeyin üzerinde bir yorgunluk. Hiçbir şey bu dünyada olmanın yalnızlığını gidermiyordu… Sarsılmaz bekleyişimiz kaybolup giden zamanın izleriyle doluydu. Şarkımız sürüyordu.”
11. Canavar – Stephen Crane
1898 yılında yayımlanan Canavar, Stephen Crane’in en bilinen novellalarından biridir. New York yakınlarında yer alan Whilomville adlı kurgusal bir kasabada; önyargıların, korkunun ve tecridin gölgesinde geçen bu hikâyede, beyaz ırktan bir çocuğu kurtarmak uğruna yangının ortasına dalarak feci şekilde yanan siyahi bir gencin toplumdan nasıl dışlandığına şahit oluruz. Köleliğin kaldırılmasıyla birlikte siyahilere duyulan nefretin ayyuka çıkması yetmezmiş gibi, siyahi yardımcı Henry Johnson’ın da korkulan bir “canavara” dönüşmesiyle karakterler arasındaki bütün ilişkiler değişir. Görünen o ki bir insanın yüzünü kaybetmesi, toplumda ona atfedilen rolü de kaybederek tanınmaz hale gelmesi demektir. Yazar ise asıl canavarın Henry mi, yoksa kendinden olmayanı nefretle dışlayan toplum mu olduğuna karar vermeyi okuruna bırakır.
12. Normal İnsanlar – Sally Rooney
Connell ve Marianne, İrlanda’nın küçük bir şehrinde yaşayan, aynı okula giden iki genç. Connell okulun en popüler ve başarılı öğrencilerindenken Marianne içedönük, sevilmeyen, hatta dışlanan bir tip. İkili bir gün sohbet etmeye başlar ve bu sohbet giderek uzar, ikisinin de hayatını değiştirecek bir ilişkiye dönüşür. Normal İnsanlar arkadaşlık, karşılıklı çekim ve aşk üzerine bir roman. Sally Rooney lise yıllarından üniversiteye uzanan bir ilişkinin kaydını tutuyor; toplumda yer edinme ve özgürleşme mücadelesi veren, birbirlerinden asla ayrı kalamayan, ancak sevmek için de çetin sınavlar vermek zorunda kalan iki gencin hikâyesiyle bir kuşağı temsil ediyor.
13. Bakış – Jessie Greengrass
Jessie Greengrass’ın büyüleyici romanı Bakış, isimsiz anlatıcısının annelik serüveniyle başlayıp kendi annesinin on yıl önceki ölümüne ve psikanalist anneannesinin yanında geçirdiği yazlara uzanıyor. Bu süreçte katman katman açılan hikâye Wilhelm Röntgen’in X-ışınları keşfine, Sigmund Freud ve psikanaliz ekolünün oluşumuna, kızı Anna’yla olan ilişkisine ve Hunter kardeşlerin anatomi üzerine çalışmalarıyla modern cerrahinin kökenlerine iniyor.
Bir anne olmak ve bir annenin çocuğu olmak, doğmak ve ölmek, görmek ve görülmek, bilmek ve bilinmek… Jessie Greengrass, Bakış’la tüm bu parçaları ustalıkla bir araya getiriyor. Zarif, şiddetli, zekice bir anlatı bu, başkalarını nasıl gördüğümüze ve kendimizi nasıl tanıyabileceğimize dair kapsamlı bir keşif.
“Bakış, az sayfada çok şey anlatıyor: Anneler ve kızları, doğum ve ölüm, kayıp ve keder, kişinin kendini bulması, bilimsel keşiflerin gücü ve zorluğu. Bu aynı zamanda bilginin sınırları hakkında bir roman – sınırları kabul etmeyi öğrenmek, ancak sürekli olarak genişletmek. Greengrass’a kendilerini teslim edecek okurların bakışı da onun bakışıyla genişleyecek şüphesiz.”
14. Sağduyu – Thomas Paine
Thomas Paine (1737-1809): Aydınlanma döneminin en önemli yazar, aydın ve devrimci düşünürlerindendir. Risaleleri ve özellikle Sağduyu adlı eseriyle Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin hazırlanmasında önemli bir rol oynadı. 1792’de yazdığı İnsan Hakları adlı eseriyle, Fransız Devrimi’nin temellerini de güçlendiren en önemli isimlerden biri oldu. Meclisin Fransız olmayan üç üyesinden biriyken Robespierre döneminde tutuklandı. İlk kez Amerikan Devrimi öncesinde yayımlanan Sağduyu, 13 koloninin Büyük Britanya’nın hâkimiyetinden kurtulması gerektiği tezini öne sürer, bu tezi İngiliz Anayasası, yönetim şekilleri, monarşi, Amerika’nın o dönemdeki siyasi konumu ve kudretine dair, son derece pratik önerilerle desteklenmiş fikirleri eşliğinde sunar. Bu metin, özlü ve güçlü fikirleri sayesinde, ithaf edildiği Amerikan sakinleri tarafından bir anıt-metin mertebesine çıkarılmıştır. Halkını devrim rüyasında ve hakikatinde yalnız bırakmamış olan bu metin, Amerika’nın en çok basılan (2000’lerde bile) ve okunan eseri olarak tarihe geçmiştir.
15. Ulysses – James Joyce
“Her hayat bir sürü günden oluşur, gün be gün. Kendi içimizde yürüyüp giderken hırsızlara, hayaletlere, canavarlara, ihtiyarlara, delikanlılara, karılarımıza, dullara, âşık kardeşlere denk geliriz ama denk geldiğimiz hep kendi kendimizizdir aslında.”
“Yüzyılın en büyük romanı.”
-Anthony Burgess –
Ulysses tek bir günü anlatır. Yahudi reklamcı Leopold Bloom ile öğrenci Stephen Dedalus’un 16 Haziran 1904’te Dublin’de gündelik işlere koşturmalarının romanıdır.
Ancak bu basit noktadan başlayarak, James Joyce olağanüstü derinlikte, zengin bir anlatı örer. Herkesin malumudur, Homeros’un Odyssea destanı Ulysses ismiyle Dublin’e taşınmıştır bu romanda, ama bu taşınmaya binbir çeşit biçem alıştırması, teknik, söz oyunu, onlarca dil, binlerce kültürel referans, gerçek ya da hayali kitaplardan yapılmış sayısız alıntı da eşlik eder. Ve bilinç akışının gürül gürül çağlamasıyla biter Ulysses.
İlk baskısı Joyce’un doğum gününde, 2 Şubat 1922’de Paris’te Shakespeare & Co. kitabevi tarafından yapılan ve sansür nedeniyle ABD’de ancak 1934’te, İngiltere’deyse 1936’da yayınlanabilen Ulysses’i, Talât Sait Halman Çeviri Ödülü sahibi Fuat Sevimay’ın çevirisiyle sunuyoruz.
16. Talan – İlay Bilgili
“Sobanın içinden bacaya, bacadan sokağa süzülerek, kendimi, güneşin uyanan evlere dağılmasına bırakıyorum. Henüz ısınmamış kaldırımlarda bir sokak köpeği volta atıyor, sokak yediklerini sindiriyor. Zorla açtığı gözleriyle etrafı kolaçan edip salyalı nefesiyle tok karnını uykuya teslim ediyor. Her yerdeyim. Lohusa bir kadın, yarılmış meme ucundan kan ile sütü iştahla emen bebesini tiksinerek izliyor. Ağzındaki ağır sarımsak kokusu tüm odaya yayılmış bir adam, sabahın ışığını henüz görmemiş karısının kalçalarını avuçluyor. Bileziklerini dirseğinde toplamış elleri kınalı bir kadın dev bir leğende hamur yoğuruyor. Küçük abdeste kalkmış bir adam göğsündeki yumruğa dayanamayıp yere kapaklanıyor, can teslim ediyor.”
17. Polisiye Roman – Siegfried Kracauer
Polisiye roman kurmacadan mı ibarettir? Ortaya çıktığı toplum ve uygarlıkla nasıl bir ilişkisi vardır? Polisiye romanda dedektif her şeyi nasıl biliyor? Polis ve dedektifin toplum içinde temsil ettiği konum nedir? Peki ya suçun ve suçlunun?
Daha önce Kitle Süsü, Film Teorisi ve Tarih: Sondan Bir Önceki Şeyler kitaplarını yayımladığımız Kracauer’in Polisiye Roman’ı bu türle ilgili ilk önemli çalışmalardan biri. 1922-1925 arasında yazdığı ve 1933’te Almanya’dan göç ederken yanına aldığı, ancak 1950’de dosyaları içinden bulup çıkarabildiği bu kitap, Georg Lukács’ın Roman Kuramı’nın ve Søren Kierkegaard’un felsefesinin izinden giderek edebi bir türün toplumsal içeriğini ortaya çıkarmaya çalışıyor.
Edebiyat eleştirisi ile felsefenin kavuştuğu alanda keşfe çıkmak isteyenler için.
18. Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi – Gürsel Aytaç
Karşılaştırmalı edebiyat araştırmalarının çıkış noktası, başta klasik eserler olmak üzere insanlığın ortak kültür hazinelerini teşkil eden edebi eserlerdeki müşterek noktalan tespit etmek, dönemlere ve edebî türlere göre karşılaştırarak özellikle ulusal edebiyatların güçlenmesini ve gelişmesini sağlayacak şekilde başka ülkelere, dillere ait edebiyatlardan istifade etmektir.
Mitolojiler, efsaneler, masallar, atasözleri ile değişik edebî formlarda ele alman ve işlenen hikâyeler ve anlatılardaki ortak temaları, arketipsel öğeleri, örtüşen ve ayrışan yönleri bilimsel yöntemlerle araştırmak ve kişisel ve toplumsal imgelerin, tasavvurların, hayal gücünün işleyiş biçimini tebarüz etmek suretiyle kültürler arası ve metinler arası geçişlerin, etkileşimlerin izleri takip edilebilir. Böylece, tarih boyunca meydana gelen değişimler insan aklı, duyguları zamana, mekâna ve sosyokültürel koşullara göre farklılıklar gösterse de genel mânâda bir bütünlük arz ederler; dolayısıyla edebiyat da bir bütündür.
Benzer konuların farklı edebî kültürlerde ele almış biçimlerini araştırmak, meselâ Gürsel Aytaç’ın burada üzerinde durduğu, Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı ile Stefan Zweig’ın Dünya Fikir Mimarları’nı karşılaştırmak; gene çevirilerin, esinlenmelerin, model almaların o edebiyatın diline, anlatım tekniklerine, estetik beğeni düzeyine vb. etkilerini incelemek, Almancada Hafız, Japoncada Shakespeare, Türkçede Proust gibi… ya da bu kitapta, Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi ile Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları adlı romanları arasındaki ilgilerin ve bağlamların ortaya konulması gibi çalışmalar aracılığıyla, çok yönlü bir bilgi birikimine gerek duyulan bu alanda, dünyayı algılama ve bilme tarzlarının önünde yepyeni imkânların önü açılabilir.
19. Gürültülü Yalnızlık – Bohumil Hrabal
Gürültülü Yalnızlık Hašek, Čapek ve Kundera ile beraber yirminci yüzyılın en önemli Çek yazarlarından Bohumil Hrabal’ın otobiyografik başyapıtı.
“Otuz beş yıldır atık kâğıt işinde çalışıyorum, bütün love story’m bu benim.” Hidrolik presinde yıllarca atık kâğıt ve ıskarta kitap presleyerek gayriihtiyari mürekkep yalamış bilge ve berduş bir adamın kitaplarla, geçmişle, halesini yitirmiş dünyayla trajik ama bir o kadar da komik “aşk hikâyesi”.
İhtiyar Haňťa’nın hurda kâğıtlarla dolu mahzeninde daldığı hayaller ve düşüncelerle, çalışırken içtiği biralarla, Prag sokaklarında ve birahanelerinde yâd ettiği hatıralarla gitgide kalabalıklaşan bir yalnızlıkta uzadıkça uzuyor farfaracı tiradları.
Lao Tzu ve Kant, Talmud ve Alman filozoflar, Antik Yunan ve modern Prag… Çingene kızı ve aziz heykelleri, sanat felsefesi profesörü ve lağım fareleri… Tarihin ve toplumun uzak uçları birbirine kavuşuyor Haňťa’nın dolambaçlı monologlarında. Yaşayarak okunmuş ve okuyarak yaşanmış bir ömrün bilgelik ve mizah dolu anlatısı Gürültülü Yalnızlık.
“Flaubert Bilirbilmezler’i yazmak için iki bin kitap okuması gerektiğini söylemişti. Hrabal’ın ise büyük kitaplarını yazmak için –bundan eminim– iki bin insan tanıması gerekmişti.”
– Jiri Kolar –
20. Karanlığı Aydınlat
Stephen King, Neil Gaiman, Khaled Hosseini, David Mitchell, Jonathan Franzen ve daha niceleri. Dünyanın güçlü kalemlerinden, yaratıcılık süreçlerinin gölgesinde yeşeren, olağanüstü bir ustalık dersi!
Kırk üç yazar, tek bir soru: Size ne ilham verdi?
İşte Joe Fassler’ın bu kitaptaki kırk üç yazara sorduğu temel soru bu. Her yazar yazısına, sevdiği bir romanın, şarkının ya da şiirin kelimeleriyle başlıyor. Sevdikleri işi yapmalarını sağlayan ve yazarken hala onlara yol arkadaşlığı eden alıntılarla. Ve sonra o alıntı, kimi zaman bir yazarlık dersine, kimi zaman da bir hayat dersine evriliyor. Yazarlar nasıl ilham bulduklarını anlattıkça ilhamları okura geçiyor, kitap tüm karanlıkları aydınlatarak güzelliğin ve sanatın amacının bir anlatısına dönüşüyor!
21. Tayga Sendromu – Cristina Rivera Garza
“Hepimiz içimizde bir orman taşırız, kilometrelerce uzanan kayınlar, köknarlar, sedirler.”
Türkçeye ilk kez çevrilen Meksikalı yazar Cristina Rivera Garza’nın Tayga Sendromu adlı romanı gerçekle hayal arasında salınan bir dedektif noir.
Aldatılan bir koca tarafından tutulan bir kadın dedektif, kaçak çiftin peşinden dünyanın öteki ucundaki tayga ormanlarına kadar gider. Kayıp çifti bulmaya çalışırken, dünya tekinsiz, öngörülemez bir yere dönüşür. Tayga ormanlarında yoluna kurtlar, kardaki izler, eski hikayeler ve vahşi bir genç çıkan dedektif tökezler ve her şeyin gerçekliğini sorgulamaya başlar.
Zamanın düz bir çizgide ilerlemediği, kullanılan puslu ve muğlak dilin gerçekliği büktüğü Tayga Sendromu, sanki başlangıçtan beri orada olan açıklanamayan bir dehşet hissinin, ruhtaki yabanın anlatısı.
22. Mağaradaki Zihin – James David Lewis-Williams
Lascaux, Chauvet ve Altamira gibi mağaraların duvarlarında bulunan hayvan resimleri ve semboller bize geçmiş dönem insanlarının zihinleri hakkında ne söyler?
Antropolog ve kaya sanatı tarihçisi David Lewis-Williams Mağaradaki Zihin isimli çalışmasında Paleolitik (yontma taş) dönem insanının mağara duvarlarına çizdiği imgelerin düşünsel ve itkisel serüvenini anlatıyor.
Lewis-Williams evrim, sinirbilim ve yapısalcı antropolojinin ışığında insanın atalarının karanlık gizemine ve bilincimizin doğasına büyük bir ustalıkla ışık tutuyor.
“İnsanlık serüvenin en etkileyici dönemlerinden birinin büyüleyici analizi.”
– Colin Renfrew, Cambridge Üniversitesi
“Dâhiyane bir başyapıt.”
– Jean Clottes
23. Beynimiz Nasıl Çalışır?
Kafanızın içinde neler olduğunu hiç merak ettiniz mi?
Beyin ebatlarının önemi yoktur. Ortalama bir erkek beyni yaklaşık 1400 gram ağırlığındadır. Einstein’ın 1230 gram ağırlığındaki beyni ortalamadan biraz daha hafiftir. 1921’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya hak kazanan Anatole France’ın beyni ise yalnızca 1017 gram ağırlığındaydı. Bu adamları birer dâhi yapan unsur her neyse, bu ortalamadan büyük bir beyne sahip olmaları değildi.
Artık zeki olmanın beynin büyük veya ağır olmasıyla ilgili olmadığı biliniyor. Bugün beynin yapısını anlıyor, her bir bölümünün bizi nasıl biz yaptığını biliyoruz. Beyin hücreleri arasındaki alışverişi kaydedebiliyor, beynimizin her bir köşesini hareket halindeyken görüntüleyebiliyor, beyin içindeki bağlantıları takip edip bir hasardan sonra kendilerini nasıl onardıklarını anbean izleyebiliyoruz.
Beynimiz Nasıl Çalışır?, beynimizin içinde olup bitenleri, önemli araştırmacıları ve teknolojideki gelişmelerin beyin araştırmalarına nasıl katkı sağladığını keşfetmeniz için mükemmel bir kaynak.