Okumanın, yazmaktan şaşırtıcı şekilde daha ciddi bir faaliyet olduğunu belirtir Jorge Lois Borges. Buradaki maksat, okuyanın pasif, kendi rahat sığınağında bunu gerçekleştirmesi; yazanın ise bütün bu konfordan azade olarak çoğu zaman yorucu bir uğraş içinde olması şeklindeki genel kanıdır. Ama bunun böyle olmadığını yalnızca edebiyat eserleri değil, aynı zamanda diğer sanat uğraşıları da bize gösterir. Okunan bir metnin, izlenen bir filmin ya da sergilerde bakılan bir tablonun size yansıyanları, eser sahibinin kimi tarihsel/mitolojik unsurları da işin içine katması ile birlikte gittikçe bulanıklaşır.
D. H. Lawrance‘ın eserlerinde bu şekilde zorlu bir okuma serüveni içinde olacağınızı önceden bilmekte fayda var. Kuşkusuz bir yapıtın yazarının yaşamından bağımsız düşünülmesi mümkün değil. Lawrance’ın zorlu çocukluk dönemi, anne ve babasının hiç dinmeyen kavgalarından kaynaklı ev içi huzursuzluklar, Alman ajanlığı şeklindeki isnatsız suçlamayla muhatap olunan tutukluluk günleri, eserlerinin pornografik olduğu suçlamasına maruz bırakılmalar, işte tüm bu trajik yaşantı örnekleri kimi yönleri ile eserlerine yansımıştır.
Lawrence ülkemiz diline çevrilmesi nedeniyle özellikle “Oğullar ve Sevgililer”, “Aşık Kadınlar”, Lady Chatterley’in Aşığı” gibi eserleri ile tanınan, karakterlerinin psikolojik gelgitlerini yansıtmakta başarılı ve alt okumalara elverişli kullanımları yoğun olan bir yazar. “Ölen Adam” eseri diğer eserlerinden sıkça söylendiği üzere farklı bir yerde. Zira bu eserde sizi oldukça şaşırtan bir akıcılık bulunmakla birlikte, eserin her bir satırına sinen o kadar yoğun dinsel ve felsefi göndermeler var ki, bu 80 sayfalık uzun öykü sayılacak eserde her bir satırın anlamını kaçırmamak için kendinizi ciddi bir sabır/irade sınavına tabi tutuyorsunuz.
Ancak felsefi derinliği ve akıcılığı yönleri ile bunu en başta bize eserin sahibi sağlamakla birlikte buna vesile olan bir sebep daha var. O da edebiyatımızın en iyi kalemlerinden Bilge Karasu‘nun 1963 yılında TDK çeviri ödülünü alan çevirisinin yetkinliği. Karasu Türkçe’ye o kadar hâkim ki, eser bir bakıma şiir kıvamında ilerliyor. Can Yayınları tarafından Ağustos ayı içerisinde yeni kapak tasarımı ile baskısı yapılan “Ölen Adam” eseri aslında kitabın arka kapak bilgisinden de anlaşıldığı üzere yazarın yaşama arzusunun, Etrüsk mezarlarını ziyaretinden sonra aklında sürekli dolanan ölüm, diriliş, ölümsüzlük konularıyla birleşmesinin sentezi.
Öykü iki kısımdan oluşmakta. Her iki kısım da sırtını dinsel/yönetsel mitoslara yaslamakta. Giriş, Hıristiyanlık öğretisinin önemli unsurlarından Magdelanın öyküsü ile birlikte ilerliyor. Kısa bir köy yansıtılması, horoz ve köy tasviri size klasik bir metin ile karşılaşılacağı duygusu vermekte, ancak ilerleyen sayfalarda bazı aykırı haller anlatımın farklı bir yöne evrileceği hissini kolaylıkla vermeye başlıyor. Yüzü soğuk, sargılarla bacağı sarılı bir kişi bir anda başka bir dünyadan gelmiş gibi karşımıza çıkıverir. Sarılı örtünün çekilerek ölünün görünmesi, bir Hıristiyan anlatımının ipuçlarını size vermeye başlar. Ölmüş ancak kaçmış bir kişi, İsa’nın yaşama sevinci ile onu ölüme götüren anlatılarla birlikte yeni bir umutsuzluğun kapısını aralar. Ölümlü adam köylüyle karşılaşır daha ilk sayfalarda; “Korkma, dedi kefene sarılmış adam. Ölü değilim. Beni vaktinden önce gömdüler. Ben de onun için mezardan kalktım. Ancak beni bulurlarsa, her şeyi baştan başlatacaklar.” Ölümlü adamda serzeniş hissedilir. Roma’da çekilen ezalar ve Leonardo da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği”nde tasvir edilen Yahuda’nın ihanetinden kaynaklı çekinik hal. Köylünün yaklaşımı ise korkuyla karışık sevecenlikle doludur. Kadın ise her iki bölümde Magdelalı Meryem olarak görülür.
“O da kadına Magdelana dedi. Korkma sakın. Ben sağım. Beni pek tez gömdüler, onun için hayata yeniden döndüm. Sonra bir eve sığındım.”
Ayaklarına kapanan kadına, “dokunma” şeklindeki tepki, çevirmenin ikinci bölümün dipnotunda belirttiği Yuhanna İncil’indeki kendisine dokunmak isteyen Mecdelli Meryem’e yapılan bir atıftır.
Kitabın ikinci bölümünde ise, tamamen eski mitoslar ile birlikte ilk Hıristiyanlık inancının bağıntısı sağlanmaya çalışılır. Bilge Karasu’nun kitabın 2010 yılındaki baskısında yer alan önsözünde (nedense bu önsöz son baskıda yok, eserin anlaşılmasında oldukça faydalı bu önsözün diğer baskılarda yer alması, Lawrence’ın anlaşılmasına ciddi katkı sunacaktır) belirttiği üzere Lawrence eski mitoslarla İsa mitosunun arasındaki bağı düşündüğünü, bu mitosu ayrı olarak değil, insanlık tarihinin en güzel mitoslarından birkaçı ile bir arada gördüğünü göstermekte ve bununla da eskilerle yeni arasında bir ayrım olamayacağını düşünmektedir.
İkinci bölümde öykü Lübnan’a açılır. Mısırlı’ların kendi ölümsüzlüklerinin bir kanıtı olarak gördükleri Osiris’in dirilişi ağırlıklı olarak yer alır.
“…Kadın adama döndü, yüzü Tanrıça’dan aldığı güçle balkıyarak… Toylukla Osiris’sin sen, değil mi?” dedi. Öyle istersen, öyle olsun, dedi adam.”
Bekleyiş, ölümün soğukluğu, ancak ölen adamın yine de bu hayata dair sevincinin yitimi. Tıpkı Søren Kierkeaard’ın varoluşçu düşüncesinin ana aksını oluşturan Tanrı’nın aşkınlığı karşısında öznenin boşluğunu ve ümitsizliğini hatırlatır.
“Kalırsam dedi adam, beni Romalı’ların, onların adaletinin eline verecekler. Ama bir daha ele verilmeyeceğim ben. Bunun için, ben gidince, büyüyen çocukla erinç içinde yaşa.”
Ölen adam, tekrar bu aylarda gösterime giren Jim Jarmusch’un 1995 yapımı “Ölü Adam” (Dead Man) filmindeki William Blake karakterinin, yaşayanların dünyasındaki heyecanını yitirmesi benzeri duyguları yaşar. Zira kendisini yeniden dirim konusunda cezbedecek, yeni hallerin bulunması gerekir. Onu bulana değin, antik dörem ve Hıristiyan söylencelerinin yeniden doğuş metaforundan kaçar. Artık ve daima, kitabın arka kapak yazısında da belirtildiği gibi, ölümlü dünyayı bu kez azımsamayacak, bedeni ve arzularının peşinden gidecektir. Lazarus ve İsa’nın Tanrı Osiris gibi, yeniden dirilmek ve insanlara ölümsüzlük vermek üzere ölen bir Tanrı olduğu inancını aşılayan Aziz Paulus düşüncelerine inat.
- Ölen Adam – D. H. Lawrence
- Can Yayınları – Roman
- 80 Sayfa
- Çeviri: Bilge Karasu