”Hayat asla sahnelenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibaret.” – Amelia
Tüm dalları meyve vermiş bir ağacın güneşi görmeyen dallarındaki meyveler hiçbir zaman tam olgunlaşamaz… O meyvenin olgunlaşabilmesi için güneşinin sıcaklığına, toprağındaki suya ihtiyacı vardır. Hiç sevgi görmeden büyüyen bir çocuk da tıpkı o meyve gibi gelişimini eksik tamamlar ve hayatı boyunca kendi güneşinin sıcaklığını ve toprağının suyunu arar durur… Filme de adını veren ana karakterimiz Amelie çocukluğunda anne ve babasının sevgisini hiç üzerinde hissedemeyen bir genç kızdır.
Amelie’nin çocukluğundaki yalnızlığın ve eksikliğin kadınsılığına nasıl yansıdığını, onu nasıl bir sosyal bağ kurmaya ittiğini, sevgiyi arayışını ve elde etme çabasını bir başka deyişle fallus olma ve fallusunu bulma çabasını görüyoruz. Kendini arzulanan olarak konumlandırdığı oyunuyla, hiçbir zaman arzulanmayan bir kız çocuğunun kendisini arzulanan kadın olarak yeniden var etmesini, tam olgunlaşamayan bir yerden üstüne giydiği çocuksuluğu ile özünde kadınsı yalnızlığına dair olan Amelie Poulain‘in masalsı yazgısını anlamlandırmaya çalışacağım.
Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet‘in 2001 yılında yönettiği, senaryosunu ise Guillaume Laurent ile birlikte kaleme aldığı filmi Amelie, orijinal adıyla Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain. 20’li yaşlarındaki hayalperest bir genç kızın yalnızlığına çare arayışını masalsı bir anlatımla bizlere sunuyor. Filmin kurgusu Amelie’nin dönüşümü üzerinedir, karakterimiz bir amaca doğru ilerler, bu masalsı yolculukta onu amacına doğru ilerlemesini sağlayan birçok itici neden vardır. Bu ilerleyiş, tekil bir yerden bir ötekine açılışın adımlarını içerir.
Fransız bir oyun (Jeu De L’oie) üzerine temellendirilen filmin hikayesi, Amelie’nin adım adım aşamaları geçerek ilerleyebileceğini ancak bu şekilde çözülmeye ve merkeze ulaşabileceğini söylüyor. Buradaki merkez onun kendi merkezi, kaynağı, arketipidir. Filmde de Amelie’nin evindeki tablolarda olduğu gibi bu oyuna ait hayvan figürlerine sıkça yer verilmiştir.
Film, başlangıcından sonuna adeta bir terapi süreciyle eş değer ilerliyor. İlk sahneler bize danışanla yüz yüze geldiğimiz o ilk seansları hatırlatıyor. Jacques Alain Miller’in işaret ettiği üzere bir kişinin analize başlamasındaki en değerli şeyin o kişinin kendine/ötekine dair bir sorusunun olmasıdır.
Pekala film bir terapi süreci gibi işleniyorsa Amelie Poulain’in sorusu neydi? ‘’Yalnızlığı’’ onun asıl sorusu olabilir miydi? Ötekinin eksik/mahrum bıraktığı bir yalnızlık…
Amelie’nin babası (Raphael Poulain) eski bir askeri doktordur. Babasını gördüğümüz ilk sahnede yüzüne yakınlaşan görüntüyle ”dudağının kenarı” işaret edilerek ‘sıkıca kapalı bir ağız ve katı yürek‘li biri olarak tanımlanıyor. Amelie’nin babası oldukça ilgisiz bir adamdır, pasif bir yapısı ve kızına karşı uzak bir duruşu vardır. Amelie’nin annesi (Amandine Poulain) öğretmendir. Tıpkı babası gibi annesini de gördüğümüz ilk sahnede yüzüne yakınlaşan görüntüyle ‘‘sol gözü” işaret edilerek ‘gergin surat ve zayıf sinirler‘ şeklinde tanımlanıyor.
Annesinin otoritesi ve disiplini bütün evin ve özellikle Amelie’nin üzerindeydi. Bunun yanında Rapael Poulain sadece aylık sağlık kontrolü sırasında Amelie ile temas kurmaktaydı. Kendisi doktor olduğu için kızını muayene ederken kurduğu temas, 6 yaşındaki Amelie’i oldukça heyecanlandırıyor ve kalbinin delice çarpmasına neden oluyordu. Bu kalp çarpıntılarını Raphael Poulain, bir kalp hastalığı olarak yorumladığı için Amelie okuldan alındı ve özel öğretmenliğini de annesi üstlendi.
Amelie hiç arkadaşı olmadan, kimseyle ilişki kurmadan büyüyor. Tek arkadaşı, balığı Kaşalot. Sürekli intihara kalkışan bu balık Amelie’nin yalnızlığının bir yansıması gibi, ona dayatılan sınırları sürekli aşmak istiyordu. Kaşalot’un bu girişimleri Amandine Poulain’in sinir krizi geçirmesine neden oluyor ve balığı bir göle atıyor. Balığın özgürlüğüne kavuşması Amelie’nin yalnızlığını, o evin içindeki tutsaklığını belki de annesi tarafından yutulmuşluğunu daha çok gözler önüne seriyordu. Çocukluğundan itibaren hep ötekine kapalı bir dünyada büyüyor Amelie. Annesi ve babasının da ona kapalı olduğu çok yalnız bir dünyada…
Buraya kadar anneyi ve babayı hep sevgisiz, uzak, kısıtlayıcı ve kızını insanlardan soyutlayacak kadar bir koruyuculuğuyla gördük. Hatta annenin kızını ders çalıştırırken bile azarlayan ve eleştiren bir tavrının olduğunu gördük. Buralardan itibaren, Amelie’nin öyküsünde eksiklik ve yetersizlik hislerinin nasıl temelleneceğini, yalnızlığı nasıl deneyimlediğini ve kendini nasıl tamamlanması ya da tamamlaması gereken kişi olarak hissedeceğini görebiliriz.
Ayna evresindeki çocuğun arzusu, annenin eksiği fallus olmaktır der Jacques Lacan. Çocuğun arzusu annesi için arzu nesnesi olmaktır, annesinin eksiğini dolduran varlık, fallus olmaktır. Çocuklar için acı da buradan, annenin fallusu olmadıklarını anladıklarında doğar. Yani anne başka bir şeyi arzuladığında bu acı doğar. Amelie’nin annesinin onu kiliseye götürdüğü ve Tanrı’nın ona bir kardeş vermesi için mum yakmasını istediği bir sahne var. Başka bir çocuk istemek, annenin başka bir şey arzuluyor olmasıdır. Amelie’nin annesi için bir başka çocuk dilediği bu sahne, tam da annesi için fallus olamadığının, annenin eksiğini karşılayamadığının ve bir başka çocuğa ihtiyaç duyulmasının bir hüznü içerisinde sahneleniyor. Ne gariptir ki kiliseden çıktıklarında annenin üzerine intihar eden bir kadın düşer ve anne oracıkta ölür. Amelie bu olayın ardından kendini nasıl konumlandıracaktır? Hiçbir zaman ulaşılamayan, merak edilen bir anne, arzu nesnesi olamayan ve fallusu karşılayamayan bir kız çocuğu…
Amelie 20’li yaşlarına geldiğinde, bir gün tesadüfen banyosundaki kırık fayansının karanlık ve derin boşluğuna elini uzatıp bir hatıra kutusu buluyor ve buna bir çocuğun ‘hazine kutusu’ diyor. Amelie bulduğu hazine kutusunu sahibine ulaştırırsa oyuna girerek kendi merkezine ulaşacağını düşünüyor. Bu kutuyu tek başına, gizlice sahibine ulaştırıyor. Nitekim kutuyu sahibine gizli bir şekilde ulaştırdığında kendini mükemmel bir uyum içerisinde hissediyor ve bu andan sonra olayların gelişmesi de bir düğümün çözülme anına benziyor. Bu kutu, Freud’un Dora vakasındaki mücevher kutusunu hatırlatıyor. Amelie’nin kadınsılığına dair meselelerinin buralardan duyulmaya başlayacağının bir göstereni gibi.
Bir başka sahnede bir ötekiyle yaşadığı cinselliği komik bulduğunu ve hiç haz duymadığını buna karşın elini tahıl çuvalına sokmaktan zevk aldığı görüyoruz. Karanlık bir delikten çıkarılıp gizlice sahibine ulaştırılan bir hazine kutusu ve içine elini soktuğunda haz duyduğu bir tahıl çuvalı. Kutuyu sahibine ulaştırırken sosyal bir bağ kurmaması ve ötekiyle yaşadığı cinsellikten keyif almaması Amelie’nin daha çok tekil bir hazdan keyif aldığını, ötekinden uzak, gizli ve mastürbatif bir zevk deneyimde olduğunu gösterir. Yani aslında, çocukluğundan itibaren deneyimlediği yalnızlığın bir yansıması olarak, bu sahnelerde de bütün hazzının yalnız olduğunu görürüz. Peki, Amelie’yi bir ötekine açan şey ne olacaktır?
Amelie’nin komşusu, ‘Kristal Adam’ genetik bir hastalıktan dolayı kemikleri kristal gibi kırılgandır. Bir el sıkışması bile parmak kemiklerinin kırılmasına neden olacağı için 20 yıldır evinden çıkmıyordur. Kristal Adam 20’li yaşlarındaki kırılgan Amelie’nin dış dünyaya açılabilmesindeki en önemli karakterdir.
Kristal Adam her sene bir tane ‘’Sandalda Öğle Yemeği’’ adını verdiği bir tablo resmeder. Bu tabloda bir türlü şekillendiremediği kalabalığın ortasında ama herkesten uzak bir kız vardır. Adeta terapist-danışan diyaloglarını andıran bu sahnelerde, tablodaki kız üzerinden Amelie’nin kendi yalnızlığına dair ilk ifadelerini duyarız; ‘’Belki sadece diğerlerinden farklıdır. Belki de küçükken başka çocuklarla pek oynayamadı. Belki de hiç…’’
Daha sonrasında da tablodaki bu kız üzerinden Kristal Adam ile kendisine dair pek çok şey paylaşıyor olacak Amelie. Kristal Adam ise her seferinde onu kendisini ifade etmesi için cesaretlendiriyor olacak. Öyle ki bağ kurmak istediği ilk erkeği bile bu tablo üzerinden duyarız. Tablodaki kızın ayrı durmasının nedeninin birini düşündüğü için olabileceğini söylediğinde Kristal Adam, Amelie’nin bağ kurmak için attığı bu ilk adımı görür ve şu şekilde geri ifade eder: ‘’Hayali biriyle ilişki kurmaktansa, uzakta bulunan, var olan biriyle ilişki kurmayı mı hayal ediyor?’’ Amelie ile yaptığı konuşmalarda Amelie’nin kendisini açmasına yardımcı oluşunu, ona yol gösterişini sıklıkla görüyoruz. Kırılganlık etrafında Amelie’e söyledikleri onun kendi kırılgan yanlarını iyileştirebilmesi için oldukça önemlidir.
Aşık olduğu erkek, Nino, kendisi gibi yalnız büyüyen bir çocukluk geçirmiştir. Fotoğraf kabininin altına atılmış yırtık fotoğrafları toplayıp birleştirerek tıpkı Amelie gibi o da kendisini arayan biridir. Bir lunaparkta ve erotik shopta çalışmaktadır. Amelie ve Nino’nun ilk tensel teması lunaparkta Nino’nun iskelet kılığında Amelie’yi korkutmak amacıyla elini ‘boynunda’ gezdirmesi ve kulağına uğuldamasıyla sahnelenir. Bu durum Amelie’ye korkudan çok haz vermektedir. Korku tünelinin, sinemadaki mağara metaforuna gönderme yaptığı düşünülebilir. Bu mağara metaforu da anne karnını temsil edebilir. Amelie, tünelden çıktığında sanki anne karnından çıkmış gibi yeniden doğar. Bundan sonrası Nino’yu kendi oyununun içerisine çekmeye çalışarak geçecektir. Amelie’nin oyunlarında bu kadar içe kapanıklıktan sonra ürkek ve kırılgan adımlarla nasıl tekil çizgisinden bir sosyal bağ kurmaya çalıştığını görüyoruz.
Öte yandan bir başka detay ise Nino’nun lunapark ve erotik shopta çalışıyor olmasıdır. Kendini açmak istediği erkeğin erotik shopta çalışıyor olması yalnız ve mastürbatif cinselliğinin bir göstereni olabilir. Lunapark ise Amelie’nin çocuksu tarafının bir göstereni gibidir. Amelie’nin tekil çizgisinden gelen bu gösterenler, kendisi gibi yalnız olan biriyle, aynadaki imgesiyle yani kendisi gibi bulduğu biriyle bir bağ kuracağını gösteriyor.
Amelie, oyunlaştırdığı bu tanışmada yere oklar çizerek Nino’nun kendisini bulmasını istiyor. Tüm o okların Amelie’ye yönelmesi onun kendisini arzulanan olarak, kendini merak uyandıran/ peşine düşülen bir arzu nesnesi olarak konumlandırdığını söylüyor olabilir mi?
Bir başka oyunda ise maske taktığı bir fotoğrafı Nino’ya ulaştırarak, onun bu sefer de bu fotoğrafın peşine düşmesini istiyor. Amelie’yi bulup ‘Fotoğraftaki maskeli kadın siz misiniz?’ diye sorduğunda ise ‘Evet, benim.’ diyemiyor. Burada açıkça onun iç dünyasındaki eksikliğini, kusurluluğunu örtmek için giyindiği kadınsı maskeliliğini görüyoruz.
Ve son sahnede, Amelie ve Nino bir araya gelir. Bu bir araya gelişte Amelie’i cesaretlendiren yine Kristal Adam olur. Nino’nun attığı adımı bir şekilde karşılıksız bırakan Amelie, Kristal Adamın ona bıraktığı videoya denk gelir. Bu videoda Kristal Adam şu sözleri söyler; ‘’Sevgili Amelie, senin kemiklerin benim gibi camdan değil. Hayatın kapısını çalabilirsin. Eğer bu fırsatın kaçmasına izin verirsen zamanla kuruyan ve kırılganlaşan senin kalbin olur. Tıpkı benim kemiklerimde olduğu gibi.’’ Amelie için bu video artık bir bağ kurmaya hazır olduğunun ve yalnızlığının son bulması için harekete geçmesi gerektiğinin göstergesidir ve böylece Nino’ya koşar.
Amelie Nino’dan üç öpücük alır ve ona üç öpücük verir. Birincisi ”dudağının kenarından” ikincisi ”boynundan” üçüncüsü ise ”sol gözünden”. Bu üç nokta; babasının dudağının kenarı, annesinin sol gözü ve Nino’nun elini Amelie’nin boynunda gezdirdiği o ilk temastır. Kişinin semptomu aslında ötekinin semptomudur. İlk ötekiler anne ve baba. Amelie’nin öperek iyileştirmeye/onarmaya çalıştığı ötekinin yani anne ve babasının semptomudur. Öte yandan da anne ve babası üzerinden kendi yalnızlığını ve sevgisizliğini onarması Amelie’nin masalsı yazgısının sonudur.