Bir kitaba başlayıp elinizden bırakamayıp hızlıca, neredeyse nefes almadan soluksuz okuyorsanız o kitap sizde iz bırakmaya başlamıştır kanımca.
Ahmet Ümit de böylesi yazarlardan. Yazdığı her kitap sizi derinden etkiliyor. Patasana’dan beri Ahmet Ümit’i okumayı sevdim. İstanbul Hatırası‘nda bize sadece Fatih Sultan Mehmet’i değil İstanbul’u da anlatır. Aynı merakla elime aldım Kayıp Tanrılar Ülkesi‘ni. Bergama sokaklarından Berlin’e uzanan bir köprü kurmuştu yazar ve acaba hangi şehri gezdirecekti biz okurlarına?
Kayıp Tanrılar Ülkesi, Berlin’de işlenen bir cinayet ile başlıyor. Bu sefer okurları olarak alışıp çok sevdiğimiz Başkomiser Nevzat kitabının baş karakteri değil. Yeni bir karakterimiz var: Yıldız Karasu. Yıldız Karasu Berlin’de doğmuş, devrimci bir ailenin kızı. Eşinden ayrılmış, oğlu Deniz’i babası ile birlikte büyüten göçmen kimliğinin acılığını yaşayarak kendini başka bir kültürde var etmiş, cesur, güçlü, zeki bir kadın karakter. Onunla birlikte Berlin’de yabancı olarak adlandırılan, aşağılanan, öteki olan, istenmeyen göçmenlerin yaşamı da romanda belirmeye başlıyor.
Roman bize Berlin sokaklarını tanıtırken Almanya’nın faşist lideri Hitler’in bugüne uzantıları olan Neo-Nazilerin de hâlâ aktif olduğunu gösterir. Irkçı politikaların saygın iş adamı kimlikleri ile nasılda perçinlendiği, devlet kademelerinde hâlâ varlıklarını sürdürdüklerini, öldürülen gay, Türk kökenli Cemal’in soruşturması sürerken Başkomiser Yıldız’ın tüm bunların gölgesindeki çalışma şartlarının zorluğunu da okursunuz sayfalardan.
Ahmet Ümit, her daim sürükleyici, sade üslubu ve sinematografik dili ile olayları bir sinema perdesinden aktarıyor sanki. Ve işte tüm bu kargaşanın ardından altın saçlı, görkemli sakallı, kartal asalı Zeus ses verir Pergamon’dan:
“Ben yeryüzünün ve gökyüzünün hâkimi, ben titanların, devlerin, insanların ve tüm mahlukatın Baştanrısı Zeus…” (sayfa 14)
Zeus Yunan mitolojisinin “Tanrıların ve insanların babası” olarak bilinen en güçlü ve en önemli Tanrıdır. İktidarını babası Kronos’u yenerek elde etmiştir. O baba ki kendi babasının erkekliğini elinden alarak (Uranus’un) çocuklarını birer birer yutan zalim, sevgisiz, kinci bir babadır. Haykırır Kronos’a Zeus:
“Çocuklarından nefret edenler sonuna kadar nefretle anılacaktır. İster ölümlü olsun ister ölümsüz kendi soyuna ihanet edenler, ihanetin en korkuncu ile cezalandırılacaktır.” (Sayfa 123)
Büyükannesi Gaia’nın yardımı ile yener acımasız Kronos’u Zeus. Bir iksir ile kusturur Kronos’u , kardeşlerini teker teker çıkarır babasının midesinden. 12 Tanrı yerleşir Olimpos’a ve oradan yönetir tüm mahlukatı. İşte bu noktadan itibaren Zeus’un hikayesi, antik Pergamon şehri, Zeus altarı ya da Zeus sunağı ve sunağın Berlin’e kaçırılışı cinayetler ile paralel bir kurguda anlatılır.
Yazar sadece bununla yetinmez, dünyanın en faşist lideri Hitler’in, soyluların Tanrısı olan devleri ve titanları alt eden Tanrı Zeus ile birlikte iktidar erkini sorgulamaya başlar. Gücü eline alan Hitler’in Yahudileri, Komünistleri, gayları, göçmenleri, engellileri; ari, soylu, saf Alman ırkı yaratmak adına nasıl katlettiğini anlatır.
Öyle bir iktidar erkidir ki bu dünyanın neresine giderseniz gidin yarattığı yeni savaşlarda, ülkesinden koparılıp sürgün edilenlerin, yaşamları muhafazakâr politikalar altında sıkıştırılan gençlerin, hayalleri çalınan çocukların ancak birlikte güzel, çıkarsız, beraberce yaşamanın, tüm doğa ve canlıları ile mümkün olduğunun, gökyüzünün altında tüm renklerin özgür olduğu bilincindeki insanın ne güzel insan olduğunun altını çizeriz okur olarak.
Öyle ki Baştanrı Zeus şöyle der:
“İnsan denilen o ölümlü mahluk, her türlü belanın, her türlü melanetin kaynağıydı. Kahramanına da, hainine de, cesuruna da, korkağına da, yaratıcısına da, yıkıcısına da asla güvenilmezdi. Birbirlerine yaptıkları kötülükler yetmezmiş gibi kurdundan kuzusuna, çiçeğinden ağacına her türlü canlıya zarar vermekten çekinmezlerdi. Ne çekinmesi, bu kötülükten zevk alırlardı. Onlarla uğraştığım kadar ne titanlarla ne devlerle ne de tanrılarla uğraştım” (sayfa 164)
Romana dönersek tekrar katili bulmanız pek öyle kolay olmuyor bu sefer. Katilin en çetrefillisi bu romanda denilebilir. Keyfi de burada çıkıyor çünkü sonuca erişmek için heyecan ile okuyorsunuz romanı. Hele son sayfalardaki sürpriz okuru daha da neşelendiriyor.
Roman baba – oğul ilişkisini, yönetici – halk ilişkisini, göçmenlik ile yerel halk ilişkilerini sorgularken tüm bu ilişkilerin en büyüğü iktidar erkinde birleştiriyor kurguyu nefis mitolojik hikayeler eşliğinde.
Metis’i, Hera’yı, Demeter’i, Aphrodite’i, Athena’yı, güzeller güzeli tanrıçaları da unutmadan. Çünkü romanın en dikkat çekici yanı yaratılan iktidar erkinin erkek dünyasından beslendiği. Eril dilin hakimiyetinin acıtıcılığı. Bu noktada usta yazar Ahmet Ümit, gelinen yüzyılda yaşanan tüm yıkıcılığın yanına kadına yapılanları da eklemeyi unutmayarak kadın mücadelesine selam göndermiş.
Bu güzel romanı Toprak Ana, Bereket Tanrıçası Gaia’nın sesine kulak verip bitirirsek, şöyle der:
“Ben hepinizin anasıydım, hepinizi yaratandım, hepinizi var edendim. Tek isteğim vardı: “Bir arada kardeşçe yaşamanız, birbirinizi sevmeniz, hiç ayrım yapmamanız. Bütün evlatlarım arasında eşitlik olsun istemiştim, kimse haksızlığa uğramasın, benden doğanlar birbirini boğazlamasın” (sayfa 494)
- Kayıp Tanrılar Ülkesi – Ahmet Ümit
- Yapı Kredi Yayınları – Roman
- 502 sayfa