Moliere’in Cimri’de söz konusu ettiği o çok ünlü yemek-yaşamak denklemini, düşünmek-yaşamak bakımından kurup ele alabilir miyiz? Yemek için yaşamak mı yoksa yaşamak için yemek mi sorusunu, düşünmek için yaşamak mı yoksa yaşamak için düşünmek mi biçiminde sormayı kastediyorum. Elbette ki her iki denklemde de değişmeyen mesele olan yaşamaya biraz daha eğilerek. Çünkü yaratmadan esas maksadın hayat olduğu görülüyor.
En mükemmel kıvamda Tanrı’nın yaratmasından başlayarak insan elinden sadır olan icad ve yaratılar da hayata ve yaşamaya yöneliktir. Sözgelimi bilim ve teknik daha iyi bir hayat standardı vaadiyle itibarlıdır. Ondan yarar ve kolaylık beklentisi yaşamaya sürekli katık edilebilecek bir enerjiyi devşirmek hissiyledir. Peki felsefi ve sanatsal yaratılar hayata ne ölçüde tekabül eder veya yaşam içindeki tezahürü ne seviyededir? Örneğin gündelik yaşamdan politikaya kişinin inanç dünyasından evren içinde ve karşısındaki konumuna kadar, bugün söz konusu insan düşüncesi verimlerinin katkı ve tesiri hangi düzeydedir ve hayatta ne kadar tecelli edebilmektedir?
Buradan yola çıkarak “düşünmek için yaşamak mı yoksa yaşamak için düşünmek mi” sorusu insan aklının verimlerinin biraz da hayatta tecelli etmeyişi, edemeyişi ile su yüzüne çıkıyor. Çünkü ardında düşünce olmadıkça sahici bir eylem olmadığı gibi eylemle yerli yerince ilintili olmadıkça, eylemle ilişkisiyle canlılık kazanmadıkça sahici düşünce de yoktur.
Düşüncelerin ve sanatsal bir takım yaratıların üretimi ve onların izlenmesi ile okunmasının yaygınlık kazanmasına karşın hayatın önünde bir tıkanma mevcutsa, yaşam gürleşmek yerine giderek geriliyorsa bir eylem olarak mezkur verimler hakkında “tartışmak” ve “konuşmak”tan öteye geçilemiyor. Yaşamı matlıktan kurtaran bir hüviyet kazandıracak yaratılar eyleme dönüşmedikçe bir ölçüde tüketimin, istihlakın malzemesi oluyor. Böyle bir yerde toplumun sanatkâr ve münevverler katmanında görünen tek şey “kültür sofuluğu” oluyor. Şairin “intellectin pençesi” diye tabir ettiği bu hâl bugün şiirden başka ilimden inanca kadar birçok şeye musallat olmuş görünüyor. Böyle bir vaziyet insan için yaşam ile kültür, düşünmek ile eylemek arasındaki gerçek bağı yeniden ele almayı ve bunu sahih olarak tekrar kurabilmeyi gerekli kılıyor.
Ben, üzerine yığınla laf edilmiş ama yaşam alanına çıkmamış bir düşünce ve sanat üretiminden daha ziyade yaşamakla başat giden bir tefekkürü önemsiyorum. Hermann Hesse’nin de söylediği gibi “Dünyanın naif ideallerine kendini adamaya hazır kişi, tüm düşünce ve idealler üstüne akıllıca konuşmalar yapabilen, ama bunlardan hiçbiri uğruna en küçük bir özveriye yanaşmayan kişiden çok daha yeğlenecek biridir.”