2019 yılının son ayında yeni bir öneri listesiyle karşınızdayız.
Kasım ve Aralık ayı itibariyle çıkmış, okuruyla buluşma heyecanını taze taze hisseden kitaplardan oluşturduğumuz listemiz 25 kitaptan oluşuyor.
1. Sonbahar – Ali Smith
Sonbahar. Sisin ve bereketin mevsimi. 1819’da Keats böyle demişti. Peki ya 2016 sonbaharı? Daniel yüz yaşında bir adam. 1984 doğumlu Elisabeth ise geleceği konusunda kaygılı. Tarihe geçecek bir yaz mevsiminin böldüğü Birleşik Krallık paramparça. Kazanılan aşklar ve kaybedilenler. Ümit, ümitsizlikle el ele. Mevsimler her zamanki gibi birbirinin etrafında dönüyor.
Ali Smith’in Man Booker’a aday gösterilen yeni romanı, sınırları ve dışlayıcılığı gitgide artan bir dünyaya, zenginlik ve değerin ne olduğuna, hasadın ne anlama geldiğine dair bir tefekkür. Birbirinden ayrı ama yine de (tıpkı mevsimler gibi) birbiriyle bağlantılı ve döngüsel bir dörtlemenin, Mevsim Dörtlemesi’nin ilk kitabı olan Sonbahar, yaşadığımız zamanlara çeviriyor gözlerini. Bir kimiz? Neyden yapılmışız? Shakespearvari bir nüktedanlık, Keatsvari bir melankoli, 1960’lar Pop Art’ının o ışıldayan enerjisi: Yüzyıllar bizim yaptığımız tarihe çevirmiş gözlerini.
İşte yaşadığımız yer. İşte en muasır ve en döngüsel haliyle zaman.
Eşsiz Ali Smith’in hayal gücünden, yaşlanma ve zaman üzerine, aşk ve bizzat hikâyeler üzerine, zamanı kapsayışı geniş ve tarihteki seyahatinde ayağına çabuk bir hikâye…
2. Aşka Susamış – Yukio Mişima
Aslan, kafesinden çıktığı anda, eski, vahşi aslan olduğu zamandakinden daha geniş bir dünyaya sahip olur. Hapsedildiği sürede onun için iki dünyadan başka dünya yoktur. Diğer bir deyişle kafesin içindeki dünya ile kafesin dışındaki dünya. Artık özgür kalmıştır. Kükrer.
İnsanlara saldırabilir. Onları yiyebilir. Yine de tatmin olamaz, çünkü ne kafesin içinde, ne de kafesin dışında bir üçüncü dünya yoktur.
Etsuko dört duvar arasında bir hayat sürmektedir. Gözü hep dışarıda olmuş kocası tifodan öldüğünde genç yaşta dul kalan kadın kendini kayınpederinin evinde bulmuş, yaşlı adamın rahatsız edici ilgisine boyun eğmeye mecbur kalmıştır. Tek tesellisi, evin hizmetçisi Saburo’ya olan aşkıdır. Ancak bu genç adamın sevgisini kazanmak için yaptıkları felaketini hazırlayacaktır. Yukio Mişima’nın ilk romanı Bir Maskenin İtirafları’ndan sonra yayımladığı Aşka Susamış, yazarın hayatı boyunca kalemine rehberlik etmiş sapkın ve saplantılı arzuyu ve sarsıcı şiddeti sahneye koyan, okuru yakalayan ve bırakmayan bir eser.
“Mişima’nın romanları çevresine korkunç ve iflah olmaz bir tuhaflık yayar; sanki sapkınlar için kurulmuş bir arafta geçiyor gibidirler.”
3. Decameron – Giovanni Boccaccio
1348 yazında Avrupa’yı toplu ölümlerle sarsan veba salgınından kaçmaya çalışan yedi genç kadın ve üç genç erkekten oluşan bir grup, şehri terk edip Floransa’nın kırsalına sığınmak için yola çıkar. Birbirlerini eğlendirmek ve yolculuğa devam edebilmek için on gün boyunca her biri aşk hikâyelerinden kahramanlık maceralarına uzanan onar öykü anlatacaktır. Toplamda anlatılan bu yüz öykü, ortaçağın karmaşık ve zengin gündelik hayatını ortaya koyan bir derleme görevi görür. Decameron, Princeton Üniversitesinden Leonard Barkan’ın da dediği gibi “tüm zamanların en iyi öykü antolojisi”dir. Dünya edebiyatının ilk hikâyecisi ve İtalyan edebiyatında düzyazının babası olarak kabul edilen Boccaccio’nun başyapıtı Decameron güçlü bir düzyazı.
”Decameron’u okuduğumda 16 yaşındaydım ve 10 hikâyecinin çoğunun kadın olması beni çok memnun etmişti… Modern hikâye anlatıcılığının babası olarak bilinen bu yazar yedi şahane kadın anlatıcı takdim ediyordu. Demek ki umut edilecek şeyler vardı.”
Elena Ferrante
”Avrupa hikâye anlatıcılığının ilk büyük başyapıtı.”
Hermann Hesse
4. Serap – Mehmet Rauf
Siyasal baskıların neden olduğu bunalımla “erkeklik krizi”nin harmanlandığı bir iç hesaplaşma romanıdır Serap. İstibdat Dönemi’nin ruhunda yarattığı tahribat nedeniyle Meşrutiyet’le gelen “hürriyet”i yeteri kadar yaşayamayan genç bir adam, vapurda rastladığı güzel kadının tetiklediği, unutulmaya yüz tutmuş arzularının uyanmasıyla bu kez de orta yaş krizine sürüklenir.
Mehmet Rauf, 1909’da Resimli Roman dergisinde tefrika edilen bu romanıyla bir anlamda tarihi ve o tarihin öznesi olan bireyin deneyimlerini, edebiyat içinde kayıt altına alır.
Özgün metinde yer alan illüstrasyonların tıpkıbasımlarıyla yayımlanan Serap, 110 yıl sonra günümüz okuruyla buluşuyor.
5. İşin Aslı, Judit ve Sonrası – Sandor Marai
Bir beyefendi, bir hanımefendi ve bir hizmetçi… Macaristan’ın en büyük çağdaş yazarlarından Sándor Márai, sadakat ve yalanı, gerçeği ve arzulananı, toplumsal ilişkilerdeki dürüstlüğü ve tutukluğu, sevgiyi ve ayrılığı ustalıklı bir dille anlatırken, ikinci büyük savaşa doğru yuvarlanan bir dünyada, “yaşamak” ile “var olmak” arasındaki derin uçuruma duyarlılıkla ve cesaretle eğiliyor.
Orta Avrupa’nın burjuva dünyası sessizce çökerken tutku, özlem ve gelip geçicilikle sarmalanmış bir hikâyenin keskin köşelerinde yalnızlıkla sınanan iki kadın ve bir adam: Gerçek aşk daima ölümcül müdür?
6. Soluk Bir An – Behçet Çelik
Dikiz aynasından Esra’yı görebiliyordu gerçi. Gevşemiş, sessizleşmiş, yorgunluğun çöktüğü yüzüyle farklı bir güzellik kuşanmıştı (insanı yanına kıvrılmaya, sarılıp uyumaya çağıran bir güzellik); başını cama dayayıp şehrin gece manzarasına bakarak kim bilir ne düşünüyor, kimi düşlüyordu. Olmayacak şeyler yapmaya hazır görünüyordu. Epeydir arayıp sormadığı birini arayabilir, ertesi gün pişman olacağını bildiği halde gidip onunla yatabilirdi mesela. Bunu görüyordu Esra’nın aynadaki yansısında.
Gençliğinde başka türlü olabileceğine inanmış olsa da, ilk zorlukta tökezleyip başkalarının adımlarıyla oluşmuş patikalardan yürümeyi seçen Taner, bir gece o âna dek eksikliğinin farkında bile olmadığı bir tutkuya kapılır. Zamanın durduğuna, korkunç ağırlığının hafiflediğine tanık olur. Fakat ne peşinden gidebileceği ne hissetmemeyi başarabileceği bir şeydir bu tutku onun için.
Soluk Bir An, duyguların dişleri kamaştıran, baş döndüren tekinsizliğiyle güvenli olduğu zannedilen patikalar arasındaki gelgitlerin romanı.
Behçet Çelik, incelikli ve duru anlatımıyla bir erkeğin iç dünyasına çekiyor bizi, oradaki karmaşayı, zaafları, hesapları, duyarlıkları gözlerimizin önüne seriyor. Bu, aynı zamanda aşkın bir solukta zamanı nasıl genleştirdiğinin de hikâyesi.
7. Maruzatım Var – Nurhan Suerdem
Hayat: Başlangıç noktasından sona doğru yol alırken, nelerle karşılaşabileceğini tahmin edemediğin bir seyahat. Herkesin başlangıç noktası farklı olduğu gibi; son durağa gidiş yolu, gideceği vesait, mola vereceği yerler, yolun uzunluğu, kısalışı, engebesi, geçeceği tüneller, refakatindekiler, inip binenler de farklı.
Küsülen anneler, adını sevmeyen çocuklar, hayatımızı kendi hayatları sanan kardeşler, hemen “kardeş” olanlar, kabuğunu kırmaya çalışanlar, o kabuğu evi sananlar, yalnız kalanlar, hep yalnız kalacaklar…
Nurhan Suerdem, sokağın, caddelerin ve evlerin gümbürtüsü arasında kalan sesleri duyuruyor. Bazen duymamak için kulağımızı kapadığımız, bazen hayatımızın arızalı bir parçasından geldiğine inanmak istemediğimiz, bazen de tüm gücümüzle bizim olduğunu haykırmak için çabaladığımız sesleri…
Maruzatım Var etrafımızın dört koldan sarıldığı bu çağda, şefkatle elimizi tutuyor.
8. Tiksinti – Horacio Castellanos Moya
Sanat tarihi profesörü Edgardo Vega on sekiz yıllık sürgünün ardından, annesinin cenazesi için Kanada’dan ülkesi El Salvador’a dönmek zorunda kalır. Zamanında ülkesinden iğrenerek kaçmıştır ama şimdi kâbusuyla yüzleşmek zorundadır.
El Salvador’daki tek arkadaşı olan Moya adlı yazarla bir barda buluşarak pislik yuvası dediği o ülkede ne var ne yoksa kesintisiz bir monologda yerin dibine sokar: politikacıların yozlaşmışlığı, askerlerin cani katliamları, halkın zevksizliği ve aptallığı, çürümüş eğitim sistemi, mide bulandırıcı El Salvador birası ve yemekleri – tiksintiye müstahak daha nice şey…
El Salvadorlu sürgün yazar Horacio Castellanos Moya’dan hakaret virtüözü Thomas Bernhard üslubunda bir öfke konçertosu.
“Tiksinti elbette ki sadece bir hesap kapatmadan ya da bir yazarın ahlaki ve politik ortam karşısındaki derin ümitsizliğinin ifadesinden ibaret değil, aynı zamanda bir üslup alıştırması, Castellanos Moya’nın Bernhard’ın kimi eserlerine yönelik parodisi ve insanı gülmekten öldüren bir roman.”
– Roberto Bolaño
9. İşsiz – Lisa Owens
Claire gündelik hayatın streslerinden uzaklaştığında, kendisinin en iyi ve en kötü yönleriyle yüzleşmek zorunda kalır. Acaba o, yaşlı büyükannesine yüce gönüllülükle yardım eden ve erkek arkadaşı Luke’a her koşulda destek olan biri midir yoksa kendini unutacak kadar dağıtan, ölçüsüz ve çevresindeki herkesi kıran bir kadın mıdır? Sonuçta kimse mükemmel değildir. Tabii gerçeklerle yüzleşmeye cesareti varsa.
10. Uzlaşma – Elia Kazan
Artık bir şey yapmam için bir neden olmadığına göre, bir şey yapmamam için de bir neden yoktu. Değer yargılarını ve sonuçları düşünemeyecek kadar zom ve mutluydum. Sadece ve sadece dürtülerimle ve arzularımla alakadar olmak istiyordum…
Elia Kazan’ın bu unutulmaz romanı konforlu hayatların iç dünyasına, zenginliğin ve kurumsallığın saçmalığına ve çağdaş iş yaşamının nasıl bir hapishane olduğuna yöneltilmiş bir hançer adeta. Romanın kahramanı Eddie, Türkiye’den Amerika’ya göç etmiş Yunan kökenli bir ailenin oğludur. Amerika’da yeni isimler almak, yeni hayatlar kurmak aileyi yalnızca bir yere kadar mutlu etmiştir… Eddie, yıkıcı aşkı tanıdığı zaman, aile, para, ün, kariyer, bir anda değersizleşir… Elinizden bırakamayacağınız, güçlü, sarsıcı bir roman…
11. Benim Büyük Aşkım – Gabriel Tallent
Bu eserdeki kişiler ve kurumlar tamamiyle hayâl ürünüdür. Ve üstelik evet, istanbul diye bir şehir yoktur Nobokov diye birisi de.
Tugay kaban’ın en kötü eleştirilere mâruz kalan bu eseri ne hazin ki artık okuruyla buluşmaya hazır!
12. Az Kazanan Yoldaşlar Çok Kazanan Yoldaşlar – Onur Akyıl
Onur Akyıl, Dün Gece Çok Gençtim ve İmparator ve Köstebek adlı öykü kitaplarının ardından üçüncü öykü kitabıyla okurunun karşısında. Az Kazanan Yoldaşlar Çok Kazanan Yoldaşlar isminden de anlaşılacağı üzere, tipik bir Onur Akyıl kitabı: ironik, naif ve trajik…
Onur Akyıl, olay ile durum arasındaki şeffaf çizgiyi ihlal eden bir yazar. Yazar öykülerinde, insanın ve anların kırılgan kurgusallığını resmetmek istercesine; insanlık durumundan, yaşamın çaresizliğinden, durmadan değişen güncelliklerden trajikomik kesitler toplamaya devam ediyor.
Adamlar, kadınlar ve yeryüzündeki diğer kadersizler; hayat hakkında çok şey biliyorsunuz. Sakinleşin. Telaşa düşmenin artık bir önemi yok, sizi kurtaracak kimse yok; sizi kurtaracak hiçbir düzen yok. Bana kalırsa gecelerinizi haz içinde geçirmeye bakın; gece zamanın toplandığı, çekildiği mi demeliyim, bir kuyudur.
Siz gece olduğunu düşündüğünüzde aslında, geriye, sizin uzay adını verdiğiniz yere doğru artan karanlık, aslında kuyunun ağzı açıldığında gördüğünüz karanlıktır. Bir derinliğe, bir kuyunun derinliğine bakıp, geçmiş ve gelecek hakkında istediğiniz kadar atıp tutun ama bu atıp tutma işini bana kalırsa fazla uzatmayın ve de büyütmeyin. Haz işini atlamayın, haz işini unutmayın, hazdan kaçınmayın.
Sonumuz geldi.
13. Benim Gibi Makineler – Ian McEwan
Hiroşima ve Nagasaki’nin atom bombalarıyla yerle bir edilmediği, yaşamına savaş kahramanı olarak devam eden Alan Turing’in yapay zekâ alanında çığır açtığı bir dünya. Teknolojik yenilikler ve toplumsal huzursuzluklarla dolu alternatif bir 1980’ler Londrası’nda, yalnız ve amaçsız Charlie Friend ailesinden kalan parayı sınırlı sayıda üretilen ilk insansı robotlardan Ademler ve Havvalar’dan birini almak için harcar; aşık olduğu komşusu Miranda’ya, kendi Âdem’inin kişiliğini beraber oluşturmayı teklif eder. Fakat başlangıçta zekası ve uyumluluğuyla ikisini de etkileyen Adem zamanla kendi ahlak ilkelerini keşfedecek, Charlie ve Miranda’yı yüzleşilmesi zor bir sır ve içinden çıkılmaz ikilemlerle baş başa bırakacaktır.
İnsanı insan yapan şey nedir? Zeki bir makinenin insanların iç dünyasını anlaması bir gün mümkün olacak mı? Yapay zekanın insanı hem bilgi hem de etik bakımından aştığı bir dünya neye benzerdi? Ian McEwan’ın yeni romanı Benim Gibi Makineler bu gibi soruları sorarken heyecan ve gerilimi bir an olsun düşmüyor.
Zekice ve insancıl… Yapay zeka, rıza ve adalet kavramları üzerine bir kıssa gibi de okunabilecek retrofütürist bir aile dramı.
14. Dost Meclislerinde Kasideler – Behçet Necatigil
Geçemez huylu huyundan ve Necati Behçet
Bir kısık ezgi arar fanfar u boru yerine
Dost Meclislerinde Kasideler, Necatigil arşivinde bulunan kendi yazdığı kaside ve gazellerin çevresinde oluştu.
Her şiir bir anıya, bir fotoğraf albümüne uzanıyor. Çay partisi, piknik, yılbaşı, mezuniyet, misafirlik, ödül, doğum, emeklilik, uğurlama gibi teşekkür ve tebrik günlerini Necatigil şiirle taçlandırarak bir geleneği sürdürürken kızı Ayşe Sarısayın da bu şiirlerin hikayelerini anılarına, tanıklıklara dayanarak, kitaplardan yararlanarak anlatıyor.
Behçet Necatigil’in günlük hayatındaki incelikleri, dostlarıyla ilişkilerini gösteren benzersiz bir anı kitabı Dost Meclislerinde Kasideler.
Babam dostlarıyla bir araya geldiği toplantılarda bazen ortadan kaybolur, kısa bir süre sonra içinde bulundukları duruma uygun ve orada bulunanları hicveden ya da öven bir kasideyle geri gelirdi. Kaside okunurken annem, ablamla beni de çağırırdı dinlememiz için.
Kimi zaman da kasideyi önceden yazıp toplantıya giderken yanında götürdüğünü biliyorduk, ancak yıllar yılı gözlerden ırak olan bu kasideleri adı geçen dostlarından birine verdiğini, kopyasının olmadığını sanıyorduk. Ne büyük yanılgı!
15. Dünyanın Sonundaki Yer – Antonio Lobo Antunes
Her yıl adı Nobel adayları arasında geçen, Portekiz’in yaşayan en büyük yazarı Antunes, “Dünyanın sonundaki yer”i anlatıyor.
“İnanılmaz bir düzyazı ve hayalgücü. Dünyanın Sonundaki Yer, beni öylesine derinden etkiledi ki hemen kendi romanımı yazmaya döndüm, Antunes gibi yazmak istedim ve başarısız oldum.”
– Viet Thanh Nguyen –
“Kaçığın teki muhteşem bir hikaye anlatıyor. Halüsinasyonlar, savaş, acı ve tatlı hatıralar. Dünyanın Sonundaki Yer, çaresizliğin edebiyattaki doruğu.”
– Larry Rohter, New York Times –
“Antunes, Poe’nun ruhu tarafından ele geçirilmişçesine tekinsiz bir rüya anlatıyor, gerçekten yaşanmış bir rüya. Öyle bir dünya anlatıyor ki, öylesine derinden ve kesin ki, dünya hiç daha önce böyle anlatılmamıştı diye düşünüyorsunuz. İnanılmaz.”
– William Giraldi, Daily Beast –
“Dünyanın Sonundaki Yer’i okuyacaksınız ve adil olmayan bir savaşın halüsinasyonlarını, alçaklığını, yozlaşmışlığını asla unutamayacaksınız. Tıpkı romanın kahramanı gibi.”
– Kai Maristed, Los Angeles Times –
16. Zamanımızın Kahramanı – Mihail Lermontov
Zamanımızın Kahramanı, Mihail Lermontov’un en ünlü eseridir.
İlk kez 1840’ta yayımlanan eserde büyük usta Çehov’un, Rus edebiyatındaki en sevdiğim öykü dediği “Taman”ın yanı sıra, subay Peçorin’in kadınlarla yaşadığı maceraların anlatıldığı öyküler de yer alır.
Kadınların aynasından gördüğümüz Peçorin, dünya edebiyatındaki belki de tüm “lüzumsuz adam”ların babası sayılacak bir Âdem’dir.
Lermontov, Peçorin’e “zamanımızın kahramanı” diyerek “kahraman”ların masallarda kaldığını, yeni dünyanın Peçorin benzeri (anti)kahramanlara kaldığını söyler gibidir.
Mihail Lermontov’un, ölümünden bir yıl önce yayımlanan eseri Zamanımızın Kahramanı, Rus edebiyatında psikolojik roman türünün ilk örneği olma özelliğiyle Lermontov’u ölümsüz kılmıştır. Sadece Peçorin’i yaratsaydı da değerinden bir şey kaybetmezdi belki; çünkü Peçorin bizim zamanımızın da kahramanıdır.
Okunmasa olmayacak kitaplardan… Nuri Yıldırım’ın Rusça aslından çevirisiyle ve yine Yordam Edebiyat’tan!
17. Güneşi Kötü Evler – Ömer Arslan
İlk öykü kitabı Avuntular’da kendine özgü derinliği ve sıradanlığın gücünü metinlerine zekice yediren Ömer Arslan’dan yeni öyküler…
Güneşi Kötü Evler, yola çıkarken düşlenen bütünün peşinde; asla acele etmeyen, konuşkan olduğu kadar sessizliğe gönül açan ve kıymetinin yıllar geçtikçe daha da anlaşılacağını düşündüğümüz öyküler toplamı.
Öykülerdeki karakterlerin kafalarından geçenleri o kadar iyi benimsiyoruz ki, yazarın bir sonraki hamleyi bizzat okura yaptıracağı hissine kapılıyoruz ama bir taraftan da metne yabancılaşmamızı ustaca beceriyor anlatıcı. Kurgulardaki gerçekle hayalin ortasında, bir bilinmezin şaşkınlığıyla koşacak, sığınacak, korunacak şeylerin peşine düşüyoruz; ama ne bir ev var koşacak, ne bir güneş var sığınacak ne de bir kötü var korunacak, öyleyse biz okur olarak öykülere nereden bakıyoruz?
Güneşi Kötü Evler, öykücülüğümüz için mühim bir hamle; aleladeliğin hükmünde, altı çizilecek cümlelerden uzak, şaşaasını üslubundan alan aykırı bir rüya!
İlk kez o kadar sayıklamışım. Babam, sayıkladıklarımı hatıra olsun diye yaldızlı sigara kâğıdına not almış. O kâğıt durur hâlâ. Ara sıra eğik yazısına, sayıkladığım kelimelere bakarım. O atları, güvercinleri, insanları gözümün önüne getiremiyorum şimdi. Eğri büğrü kelimelerden ibaretler artık. Anlatmazsam tamamen kaybolup gidecekler belki de. Yalnız, tek bir görüntü tüm ayrıntılarıyla dün gibi aklımda; nefesimden buğulanmış camın arkasından izlediğim o adam, elindeki baltayı hınçla eski şifonyerin üstüne indiren çingene. Onunla bir kere daha karşılaşacağıma inanıyorum, bu kez sadece ahşap aksamı paramparça etmekle kalmayacak, aynayı da kıracak.
18. Kasabamız – Sherwood Anderson
Sherwood Anderson, 18. yüzyılda başlayıp 2. Dünya Savaşı’na değin Kuzey Avrupa’dan dalgalarla, rüzgâr ve uğultularıyla Yeni Kıta’ya akan türkülerin ozanlarından. Hemingway, Steinbeck, Faulkner gibi bu türküleri, deyişleri modern romana katan Amerikan anlatısının büyüklerinden. Anderson da çağdaşlarının öncüsü olarak yaşamın şiirini nasıl anlatacağını çok iyi biliyor. Yeni yeni olgunlaşmaya başlayan Amerika’da bir kasabanın nefes alıp verişini, toplumunun vahşi hırsını, bu hırsın altında ezilen bireyleri bir gazetecinin dilinden okuruz, dönemine göre içerik bakımından oldukça iddialı olan öykülerinde. Bu arada Anderson’un kasaba deyip durduğu aslında Amerika’nın kökü, bugünkü Amerika ve Amerika’ya dönüşen bugünkü dünya.
19. Son Güzel Günlerimiz – Ercan y Yılmaz
Ercan Yılmaz ikinci öykü kitabı Son Güzel Günlerimiz’de bizi her şeyin başlangıcına götürüyor: Çocukluğumuza. Fotoğrafını çektiği, ayrıntılarını resmettiği o evren ise aşina bir manzaraya işaret ediyor: Satır aralarından bir kuşak, bir ülke, bir dönem okura göz kırpıyor.
Masa örtüsünden yaptığı pelerinle uçmaya çalışan, Bruce Lee’yi ne kadar dikkatli izlese de bir araba dolusu dayak yemekten kurtulamayan, imkânsızlıkları hayal gücüyle telafi eden, hayal gücünü ise kitaplardan alan bütün çocukların hikâyesi: Son Güzel Günlerimiz.
Gözümü açtığımda asırlarca yaşlandığımı sanacak kadar uzun gelen, birkaç dakikalık uykular. Hâlbuki ben uykuya dalarken annesine doğru k oşmakta olan kızıl civciv henüz görüşümden çıkmamıştı. Hâlbuki ağacın gövdesindeki o karıncanın öteki karıncaya yol verirken yaşadığı telaş hala devam ediyordu. Hâlbuki annemin beni çağıran sesi, ismimin kısalığına rağmen daha yenice son harfimdeydi. Ama upuzun bir huzur.
20. 2084 – Boualem Sansal
Hacı adayları çoğunlukla tehlikeli koşullarda uzaklardan, ülkenin dört bir yanından yayan gelirlerdi, üstleri başları dökülürdü, ateşleri olurdu; hikâyeleri kehanet, mucize, sefalet ve suç doluydu, daha da rahatsız edici olan hepsini alçak sesle anlatmalarıydı, ta ki en ufak sesle duraksayıp omuzlarının üzerinden dikkatle etrafa bakana dek. Hacılar ve hastalar, muhafızlar ya da belki de korkunç V’ler tarafından suçüstü yakalanma ve aşağılık cemaatin, yani Putperestlik Birliği’nin propagandacısı, makouf olarak suçlanma korkusuyla, herkes gibi, daima tetikteydiler. Ati, uzaktan gelen bu yolcularla iletişim kurmayı severdi, bunun için çaba gösterirdi, seyahatleri boyunca biriktirdikleri hikâyeleri, keşfettikleri şeyleri dinlemekten hoşlanırdı. Ülke o kadar büyük, o kadar bilinmezle doluydu ki insanın bu gizemlerin içinde kaybolası geliyordu.
George Orwell’ın 1984’üne ithaf niteliğindeki bu romanda Boualem Sansal, dine dayalı, totaliter rejimlerin sınırlarını genişleterek okuru yakın gelecekte geçen gerçek bir kâbusun, bir din distopyasının içine çekiyor ve böyle bir dünyada umudun hâlâ var olup olmadığını sorgulatıyor… Sıradan bir Abistanlı olan Ati, tarihin yok olduğu, kültürel farklılıkların ortadan kaldırıldığı, zorbalık ve tahakkümle tek bir inancın dayatıldığı ve insanların düşünmelerine imkân verilmediği bir ülkede, yani Abistan’da aslında başka gerçeklikler olduğunu fark eder ve tüm korkularına rağmen bunların peşine düşer…
21. Amerikan Edebiyatı 101 – Brianne Keith
Edgar Allan Poe, Willa Cather, Henry David Thoreau, Mark Twain ve daha fazlası… Dünden bugüne önemli Amerikan yazarların listesi böyle uzayıp gider. Hepsi de Amerikan edebiyatının, hatta Amerika Birleşik Devletleri’nin şekillenmesinde önemli rollere sahiptir. Ancak genellikle kitaplar ya edebiyata ya da sadece ülke tarihine odaklanır, üstelik sıkıcı detaylarla doludurlar.
Amerikan Edebiyatı 101 ise Amerika’nın tarihi, kültürü ve dili hakkında ayrıntılı, üstelik çok eğlenceli bir özet niteliğinde. Sömürgecilik dönemi anlatılarından çağdaş şiire, gotik edebiyattan kurgu dışı romana, postmodernizmden büyülü gerçekçiliğe, Amerikan edebiyatıyla ilgili bilmek istediğiniz her şey bu kapsamlı kitapta!
22. İtalyan Masalları – Thomas F. Crane
Eşeklerin kulakları neden uzundur? Ömür izin vermeden hayat neden bitmez? Hayvanların lisanını bilmek neden önemlidir? Mutluluğa ulaşmak için sahip olmanız gerekenler nelerdir?
İtalyan Masalları, Avrupa’nın en köklü kültürlerinden birinin en eski masallarının nitelikli bir derlemesi. Günümüzde masallar şekil değiştirip daha “yumuşak” formlarla anlatılsa da en eski masalların “kötülüğü” de içinde barındırdığını biliriz. İşte bu masallar çoğu zaman şaşkınlıkla okuyacağınız, İtalyan kültürüne dair hiçbir yerde bulamayacağınız detayları içinde barındırıyor. Bu yönleriyle masal türünün en ilginç örneklerini bir araya getiren bu derleme, bir kültürü anlamanın ve yaşadıklarımızdan ders çıkarmanın inceliklerini yıllar öncesinden bugüne taşıyor.
23. Amenna Bulvarı – Ata Tuncer
Yılankavi sokaklarıyla kıvrım kıvrım bir labirente benzer Amenna Bulvarı…
Genç şair, yazar Ata Tuncer’in kaleminden süzülen Amenna Bulvarı, bir semtin gündelik yaşam dinamiklerini sergilerken bir yandan toplumun sıradışı olarak nitelendirdiği, farklı renkler taşıyan bir topluluğun ilişkilerini ve hayata tutunma çabasını ustalıkla ele alıyor.
Kendine has incelikli ve şiirsel bir üslubun hâkim olduğu kitabın her bölümü farklı bir renk skalası ve bölümün ruhuna uygun bir müzik eşliğinde anlatılıyor.
Roman, kentsel dönüşüm konusundan şiddete, birbirlerine teğet geçen, yer yer ilmeklenen ve zaman zaman iç içe geçen öyküleri ile çokparçalı bir yapı sergiliyor.
“Kifayet, mağlubiyetten gelir. Yenilmeyen yetersizdir.”
Düşlerle sevişmelerin harman olduğu Alimallah Sokak; nağmeli şarkılarla âşıkları gırtlak gırtlağa getiren Alaturka Meydanı; mezarlık köpeklerinin gözlerini diktiği Venüs Park; mandalından düşen çamaşırlar gibi kendilerini bulvar kaldırımlarında bulan yedi rengin, birbirlerine dokunarak, dolanarak, birbirlerini eskiterek ve eksilterek boyadığı Merdivenli Sokak… Amenna, bu sokakların kesişiminden oluşan bir bulvar. “Ötekilerin” bulvarı. Mavi rujlu oğlandan Kırmızı’ya, kollarını kazada kaybetmiş eski balet Dünya’dan mahallenin bıçkını 50 Lira Ferdi ve Mobese Osman’a, bulvar tam bir renk cümbüşü. Kifayetin mağlubiyete, mağlubiyetin kifayete erdiği bir kavga sarmalı…
Aşkların, masallarla örüldüğü, ölülerin, rüyalarıyla birlikte gömüldüğü bir bulvarı, incelikle ve özenle kurguladığı bir dil ve duygu yüklü bir anlatımla kâğıda döken Ata Tuncer, bu kitabında, gerçek ve düşle iç içe geçmiş hayatlara ayna tutuyor, kentsel dönüşümle kabuk değiştiren bir semtin küllerinden yeniden doğuşuna tanıklık ettiriyor.
“Alimallah Sokak’tı, bizi ait hissettiren ve olduran. Amenna Bulvarı’nın renklere ihtiyacı var. Bizim de aşka, baba. Alimallah Sokak bir örgüttü, çeteydi. Eli silahlı, kurşunu illegal. Bir bayrak. Bir bayrakla bütün bir şehri ele geçirebilirdi. Bizler, o bayrağın renkleriydik.”
24. Şimdilik Her Şey Yolunda – Ursula K. Le Guin
Ursula K. Le Guin’in yayıncısına gönderdiği bu son şiirlerde, bitmekte olan bir hayata veda ya da hüzün duygusundan ziyade güzel yaşanmış bir ömrün sonunda olmanın bilgeliği sunuluyor okura. Değerli edebiyatçı, ömrü boyunca hep yaptığı gibi dünyaya, hayata ve ölüme merakla bakmayı, insanın ve doğanın türlü hallerine sevgi ve hayretle yaklaşmayı sürdürüyor.
Mevsimlerin bilgesiyim artık. Değişmeden biliyorum
değişeceğini ışığın, izliyorum gün dönümünü, gün tün eşitliğini,
huzur buluyorum bu büyük düzende. Kocadım.
Yine de neşeleniyorum ansızın nehirden
yükseldiğinde sessizce sis, sabah ışıltısı
karıştığında hiç yaratılmamış şeylerin arasına.
25. Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı – Jonathan Coe
Hayat her zaman iyi gitmez. Maxwell Sim için de şimdi bu buhran zamanlarını yaşamanın vakti gibi. Evde, işte, sokakta insanın kendini sorgulamaya götüren depresyonu yeni maceraların da başlangıcı olabiliyor zaman zaman. ‘Yapılması gerekenler’ ile ‘daha zamanı gelmemişler’ denkleminde bir hesaplaşma derdi işleri daha da karmaşıklaştırıyor.
Bir şeylerin bittiği, yenilerinin başladığı yerde bir kaybolma ve bulma hikayesi. İleri giderken geçmişe yapılan yolculukta yön bulmak her zamankinden zor.
Klasik bir Jonathan Coe inceliğine sahip Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı ya da belki de hepimizin hayatı için bir kılavuz olan roman, karşılaşmaların ve insan derinliklerine yolculuğun nitelikli edebiyatı. Maxwell Sim içimizden birilerini hatta belki de bizi anlatıyor; tüm başarı ve başarısızlıklarımızın bir toplamı olarak.
1 Yorum
Merhabalar 😇
İzninizle, sadeleşme üzerine kitap önerilerinden oluşan blog yazımı sizlerle paylaşmak isterim: https://www.tarz2.com/sadelesme-uzerine-kitap-tavsiyeleri
Keyifli okumalar dilerim.