Arşiv Odası bölümümüzün ikinci çalışması Sait Faik ile Attilâ İlhan dostluğunu bizlere detaylarıyla beraber anlatıyor. 1984 yılında yayımlanmış bu kıymetli çalışmayı sizlerle paylaşıyoruz.
İyi okumalar.
Attilâ İlhan, “Onun en son arkadaşı benim” der. Sait’in ölümünden önceki yakın yıllarda hep birbirlerini aramışlardır. Kim erken davranmışsa, Nisuaz’a bir bakar. Yok’sa, “Baylan’dadır” der. Oradadır.
Sait kahvenin kapısından gülerek girer. Selâmı patlatıp masaya çökerken, koltuğunun altındaki gazeteleri ve Yenice paketini masanın üzerine fırlatır. Gözlüğünü hangi cenabete koyduğunu iç ve dış ceplerinde uzun uzun aranır. Patlak, soluk mavi kirpiksiz gözlerinde hem muzip bir ışıltı, hem günah, ayıp, yasak, lanetli bir iş yapmış gibi bir tedirginlik vardır. Ceplerinin birinden yıpranmış bir sarı defter çıkarır. Eski harflerle iri iri, seyrek seyrek yazılmış son hikâyesini okumanın hazırlığıdır bu. “Vaktin var mı lan” der. Attilâ o yıllar Paris’ten yeni gelmiş, St. Michel üstündeki kahvelerdeki hayatı aşağı yukarı İstanbul’da da kurmuştur. Nisuaz’da veya Baylan’da, Dupont kahvesindeymiş, Cafe Lutece’deymiş gibi bohem hayatın keyfini sürmektedir. O sıralar Mecidiyeköy’deki evde midir, yoksa Şişli’de Bahçeler Sokağı’ndaki apartmanda mıdır, her neyse, evi o dönemin genç sanatçıları ile dolup taşmadadır. Ferid Edgü’ler, Fikret Hakan’lar, Metin Erksan’lar, Asaf Çiyiltepe’ler, Yılmaz Gruda’lar, Demirtas Ceyhun’lar, Demir Özlü’ler, Orhan Duru’lar, Güner Sümer’ler, Ahmet Oktay’lar, Attilâ’nın kız- kardeşi Çolpan İlhan filan nerdeyse bir tarikat kurmuş gibidirler. Yaş ortalaması o tarihte 25’in biraz üzerindedir. Sait ise hem yaşça, hem sanatıyla olgunluk dönemindedir. Kırk beşlik bir hikâye ustası ile içli dışlı olmak Attilâ’nın hoşuna gider. Sait’e gelince, Paris’ten edebiyatın taze bilgilerini getiren ve kendisiyle her konuda özgürce konuşulup tartışılabilen bu genç şair, bulunmaz bir nimettir.
“Alemdağda Var Bir Yılan”daki hikâyelerdir o sırada yazdıkları. Sait, yirmi yıla varan hikâyeciliğinin öyle bir aşamasına gelmiştir ki, bir duyguyu, bir düşünceyi saf bir özgürlükle yazıya geçirememek, dinsel ahlâkın ve toplumsal değer yargılarının yasaklarını aşamamak, onu çıldırtmaktadır. Onun için hikâyelerini önce Attilâ’ya okuyor. Onun üzerindeki etkilerini ölçüyor. Attilâ, Sait’in o kadar korktuğu, uzak kalmak istediği “Toplumcu Gerçekçi”lerdendir ama, onda, öbürlerinde gördüğü “güdümlü”, “özgürlüklerden fedakârlığa hazır” siyasal tutumun olmayışı, ya da bunu hiçbir zaman üste çıkarmayışı Sait’i rahatlatmaktadır. Özgürlük, Sait’in tek gıdasıdır. Ona istendiği kadar “senin düşündüğün özgürlük yoktur” densin, Sait her zaman kolayca sahip olabildiklerini yitirmek kaygısına ve korkusuna düşebilir. Attilâ’ya: “İş yok lan senin o (Amad gapıdan çıhtı, damın duvarına sırtını verip bi cuvara yahtı) diye yazan gerçekçi toplumcularında..” der. Attilâ’da oturur, Sait’e toplumculuğun bir reçete değil bir yöntem olduğunu, kendisinin de reçetecilerden hoşlanmadığını uzun uzun anlatmaya çalışır. Fazla da ileri gitmez. Çünkü Sait’in teorilerden sıkıldığını, edebiyatta bile teoriden söz açıldı mı, kaçacak yer aradığını bilir.
Yaşar Nabi, “Alemdağda Var Bir Yılan”daki hikâyeleri okuyup da “basarım” dediğinde, Sait şaşırmıştır. Kuşkusu vardı. Bu hikâyelerin ahlâk, terbiye, gelenek adına reddedilebileceğinden korkuyordu. Herkes “Bu Panço da kim?” diye soracaktı. Genç bir marangoz’a, Yani Usta’ya karşı gösterilen ilgi ve belirtilen duygular; bir yalnızlık isterisinden çok, cinsel bir tutkuya benzeyen coşkun seslenişler;kadın ve erkek diye ayırmadan insanın insana en büyük aşkla bağlanması, bütün bu insanı alt üst eden ilişkiler, acaba kıyamet koparmayacak mıydı?
Sait, Attilâ İlhan’la son hikâyeleri üzerine konuşurken duyduğu özgürlük tadını başkaları da alsın diye çırpınıyordu. Bu tadı ilk kez, Fransa’da öğrencilik yıllarında André Gide’i okuyup tanıyınca almıştı. Gide’in en dokunulmaz konuları özgürce ele alıp bütün sosyal değer yargılarına meydan okuyuşu, sadece insana inanması ve onun katıksız özgürlük hakkını savunması Sait’i büyülemişti. 1940’lı yıllarda hâlâ notlar, anılar, romanlar yayınlayan bu 70’lik “müthiş” Fraıısızı, Sait sonraları ne kadar çok kendine benzetirdi! Gide’in yüzü ve fiziği de şaşılacak ölçüde kendisini andırıyordu. Bütün alnı açık bırakan dökük saçları, gözlükleri, ince solgun yüzündeki kederli ciddiyet, giyinişindeki derbederlik, geniş kenarlı şapkalardan hoşlanması, hali vakti yerinde bir aileden gelmesi, dindar bir anne, bütün bunlar Sait’te hoş duygular uyandırıyordu. André Gide, geçen yüzyılın son on yılından başlayıp yüzyılımızın ortalarına kadar genç kuşakları etkilemişti. Sait de etkili olmak istiyordu. Bütün o şöhretten kaçar, övülmekten sinirlenir görünüşün altında; sevilmek, saygı görmek, önde tutulmak, unutulmamak kavalları ve tedirginlikleri yatardı.
Düş oyunu
Aralarında bir düş oyununa girişirler.
“Yine bir yerlere gitme tutkusu sarmış seni Sait! Hadi var mısın?”
“Ne iyi olurdu be..”
“Seninle atlamışız güdük bacalı 22 bin tonluk bir İtalyan gemisine, senin o ‘Marsilya Limanı’ hikâyendeki turistler gibi şehre dağılmışız..”
“Canebière’deki sinemalarda kim bilir ne filmler oynuyordur!”
“Madem istiyorsun, gireriz birine. Ama 6.45 ekspresiyle Paris’e gitmek de var. Quartier Latin’de Zazou’lar arasına karışır, onlar gibi cafe-creme ve Gauloise cigarası içeriz.”
“Yaşşa lan, kalk hadi.”
Bir tramvaya atlayıp şıngır mıngır Beyoğlu’na gelirler. Sait’in görmediği bir film bulup sinemaya dalarlar. Biraz sonra Attilâ bakar Sait’in gözleri düşmüş, yüzü alacakaranlıkta bir yaprak gibi rüzgâra kapılmış gitmiş. Acaba Sait, Türkçesi ve Ermenicesi bol sokaklardan mavi keten elbiseli insanların arasından geçip dar bir sokağa mı sapmıştır? Sokakta polisler, serseriler, masum gözlü kötü insanlar ve sahra kokulu, kum tanecikleri dolu Mistral mi vardır yine? Ve Sait, ışıklı dar bir sokakta, dişlerinde güneş pırıltıları yansıyan esmer bir kızın, bir şarkı gibi içe işleyen Marsilya şivesiyle kulağına söylediklerini dinleyerek, Güzel Alpler Oteli’nden içeri mi girmektedir?
“Hadi gidiyoruz, film bitti”, der Attilâ.
“Nasıl bitti lan? Kız ne oldu, kız?”