Hayat izanlarının karmaşada boğulduğu, yaşamların inşa edildiği kavramların içinin doldurulamadığı hissizler çağındayız. Hissizler çağının genç bir tanığı olarak daha yirmili yaşlarıma gelmeden olanı biteni fark etmem için verilen bu gözlerim kaç canın kıyımına, kaç çocuğun babasız kalışına, kaç kadının evladından koparılışına şahit oldu sayamadım. Evlatların, annelerin ve gözlerimin canhıraş feryatlarına bu kulaklarım tanıklık edemedi.
Her gün doğuşu kanayan yarama bir kızgın demir daha vuruyor, öyle acıyor içim. Tüm bu zorbalığın ve kavganın sonunun çocuk sevgisi ve şefkati ışığında yeni bir dünya kurmak ile mümkün olduğuna inananlardanım. Bu yüzden içimdeki çocuk kabuk tutmayan yaramı sarsın diye Bir Şeftali Bin Şeftali‘yi okudum bugün.
Ali ve Mehmet ile dizleri yamalı bir çocuk oldum damdan atladım. Onlar omuz omuza yürürken usulca yanlarına iliştim bir omuz da ben verdim. Bahçıvana sinirlenirken ben de çok laf söyledim, itiraf ediyorum Mehmet’le beraber ağaçları hışımla yakmayı da ben planladım. Toprak sahibine beraber başkaldırdık. O toprak sahibinin şımarık kızına -hani o şeftalileri ısırıp ısırıp yere atana- sırtımızı hep birlikte döndük. O canım şeftalimizi bulduğumuzda beraber sevindik, götürüp gölde beraber soğuttuk. Beraber götürdük keçileri otlatmaya, beraber köpeklerin başını okşadık. Şeftali ağacı dikerken de beraberdik ağacımıza gübre olsun diye yılan avlamak için Yılanlar Vadisi’ne giderken de. Ali, Mehmet için ağacımızın dibinde ağlarken – yani köyü terk ettiği vakitlerde- yine oradaydım. Ama bu sefer sessizce ve başım öne eğik. Ali köyün çıkış yolunda ilerlerken ben de aklımın bir ucunda güzel kızımız şeftaliyi ve zâlim bahçıvanı düşünüyordum ki şeftalinin bize seslenişini duydum : ”Bana yalvarabilir, beni korkutabilir ya da beni testeresiyle kesebilir, ama boyun eğmeyeceğim.’’ Minnetle gülümsedim ve kendi toprak sahibime karşı boyun eğmemek üzere hissizler çağına geri geldim. Yolculuğum sırasında zaman zaman çok derin düşüncelere daldım. Mehmet ve Ali şeftalinin ederini konuşurlarken misâl. Para bilmeyen canım arkadaşlarım çıkmaya çalışıyorlar işin içinden. Biz bu kadar paranın göbeğine doğmuşken değerlerden bihaberler. Ölçmüyorlar eşyalarını, neleri varsa neleri yoksa hepsi beraber. Ölçü aletleri sadece sarılmak. Sarılmak ile anlıyorlar kalplerindeki sevgiyi. Sonra, Yılanlar Vadisi’ne gittiğimizde, çevre alabildiğine ev idi. İçinde kardeşler var, çocuklar var, herkes var. Taşların arası yılan kaynıyor. Topraklar çorak. Hikâye bu ya, elleşmedim Behrengi’ye ama hissizler çağının yılanlarının ne işi var orada? Her taşın arasına bir yılan buradadır, orası birbirini sevenlerin, toprak sahibine karşı ağacıyla, çocuğuyla, kadınıyla hep beraber hesap soranların köyü. Geri versinler Mehmet’i Ali’ye ve yılanları çeksinler oradan. Orası bizim buraların kurtuluş bileti. Oralara baka baka ufak ufak sevgileri üst üste koyup kocaman bir dağ yapacağız ve kucaklayacağız güzellikleri. Bahçıvan gibi sadece kendimiz için değil, Ali ve Mehmet gibi başkaları yesin diye dikeceğiz şeftali ağaçlarını. Tüm bu saçma sıkışık kalıplardan kurtulup sevebilmek ve merhamet etmek penceresinden bakacağız hayata. Nasıl ki biz Ali ve Mehmet ile keçimizi köpeğe emanet ettiysek, köpek keçiye nasıl yârenlik ettiyse biz de bizden olmayan ile böyle dost olacağız. Rengârenk bir dünya için hep birlikte taş taşıyacağız, yeniden görmeye, duymaya ve en önemlisi hissetmeye beraber başlayacağız.
Hepimiz bir şeftali kadar el uzatırsak birimiz bin olacak.
Nazım’ın da dediği gibi: Güzel günler göreceğiz, güneşli günler.