Virginia Woolf’un 1929’da yayınlanan kitabı “Kendine Ait Bir Oda” için kadınlar ve kurmaca edebiyat ile ilgili düşüncelerini aktardığı bir deneme diyebiliriz. Yazar, kadınların kurmaca edebiyatta var olma-olamama süreçlerini bizzat kütüphanede, Ortaçağ’dan başlayarak yapılmış eserleri gözden geçirip kadınların neden erkekler kadar başarılı olamadıklarını feminist bir bakış açısıyla kendine ait bir odaya sahip olma ve para kazanma açısından ele alıyor.
Woolf, kitabında sadece kendi döneminin değil tüm dönemlerin dehası olarak kabul edilen ve Hamlet, Macbeth gibi önemli eserlerin sahibi olan Shakespeare’in, en az kendisi kadar yetenekli bir kız kardeşi olduğunu varsayarak başlıyor anlatmaya: ”O da ağabeyi kadar maceracı bir ruha, onun kadar parlak bir hayal gücüne sahipti ve onun kadar can atıyordu dünyayı görmeye. Ama okula gönderilmedi. Horace ve Virgil okuma şansı şöyle dursun, gramer ve mantık öğrenme şansı bile olmadı. Ara sıra, belki de ağabeyine ait olanlardan bir kitap alıp birkaç sayfa okudu. Ama sonra annesiyle babası içerip ona çorapları yamamasını ya da yahniye göz kulak olmasını, kitaplara kağıtlara dalıp gitmemesini söylediler. Belki bir tavan arasında gizli gizli birkaç sayfa karalamış ama onları özenle saklamış ya da yakmıştı. Ancak kısa bir süre sonra, daha yeniyetme bir kızken, civardaki bir yün tacirinin oğluyla nişanladılar onu. Evliliğe karşı duyduğu nefreti haykırıp bunun için de sıkı bir dayak yedi babasından…” Hikayeyi çeşitli şekillerde tamamlayabiliriz. Evlendi, mutsuz bir hayatı oldu ve kocasından dayak yemeye devam etti ya da mutlu bir evliliği oldu, bilemeyiz. Ama hepsinden önemlisi dehası günden güne onu çürütür şekilde içinde kaldı. Kimseler onun yazma yeteneğinden haberdar olmadı ve onu tanımadı. Sonraki dönemlerde kitabı-şiiri okutulan bir yazar olamadı; çünkü o bir kadındı.
Yazınsal Özgür Olamayışa Bir Bakış
Kadın evlenmeden önce ve evlendikten sonra hem fikir olarak hem de mekânsal olarak özgür değildir. Kendine ait bir yaşam alanı yoktur, varsa bile burası mutfak olarak görülür. Hem cinsleriyle yemek yapma veya kendini dikiş nakış üzerine geliştirmekle ilgili zorunlulukları vardır. Evlenince de durum değişmez. Gerek çalışma şansı olmayışından gerekse ilgilenmekle sorumlu olduğu eşi ve çocuğu sebebiyle yazınsal yeteneğini ortaya çıkaracak olan sakinliğe, yani, “kendine ait bir odaya” sahip değildir. Kendine ait bir odaya sahip olsa bile içindeki cevheri doğru şekilde ortaya çıkaracak olan eğitimi alamamıştır. Sözcük bilgisi kısıtlıdır ve hiç felsefe, edebiyat dersi görmemiştir. Hatta ve hatta erkeklerle yasa üzerinde bile eşit değildir.
Buradan hareketle kadın mücadelesinden kısaca söz etmeyi gerekli buluyorum. Kadınlar, oy ve eğitim hakkını 1. Dalga Feminizm olarak adlandırılan harekette elde etmişlerdir. Siyasal ve ekonomik alanlardaki eşitlik talebiyle başlayan bu hareket, döneminin önemli toplumsal olaylarıyla da yakından ilgilidir. Sanayi Devrimi ile beraber iş gücüne duyulan talep kadınları da erkekler gibi bedene dayalı işlerde çalışmaya itmiştir. Eşit işe eşit ücret alamayanlar kadınlar, Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu “Her insan eşittir” anlayışını sorgulayarak mücadeleye girmişler ve mücadelelerinde başarılı olmuşlardır. Şunu diyebiliriz ki kadınlar, onlara yazma yeteneklerinde yardımcı olacak eğitimi elde etmişlerdir. Burada yazarın özellikle üzerinde durduğu bir konu gözümüze çarpar:” Kurmaca edebiyatın olgusal gerçeklere dayandığı, olgusal gerçekler ne kadar doğruysa kurmaca edebiyatın da o kadar başarılı olacağı.” Aslında burada bize hayatın gerçeklerine, hayata tanık olmanın yazınsal başarıyı getireceğini anlatmaya çalışır. Ayrıca, yazar, oy ve para arasında sahip olduğu paranın daha önemli göründüğünü söyler. Çünkü kazanılan oy ve eğitim hakkı çok değerli olsa da toplumda var olmanın asıl koşulunu entelektüel gelişim olarak görür ve bunun yolunu da para kazanmak olarak görür. Yüzyıllar boyunca yoksul sayılan, para kazanmasına izin verilmeyen, dünyadan kopuk olarak yaşayan, ilişkiler kurma, yolculuklar yapma şansı tanınmayan kadın yeterli eğitime sahip olsa da zihin dünyası genişlemeyecek, dehasını satırlara aktaramayacaktır. Bir şeyler üretebilmenin yolu öncelikle hayata karışmaktır. Dostoyevski, Kafka, Tolstoy gibi yazarların hayatlarına bakıldığında iyi kötü bir eğitim aldıkları, çok çeşitli yerlerde bulundukları, çeşitli olaylar atlattıkları görülür. Hatta Dostoyevski yaşadığı dönemde devlet aleyhine yaptığı iddia edilen bir komplo teorisi yüzünden kurşuna dizilme cezası almışken son anda affedilmiştir. Bu yazarların başından geçen olaylar, onların hayal dünyasını genişletmiş daha yetkin kurmaca eserler vermelerinde etkili olmuştur. Bu sebeple hayata karışmaları engellenmiş ve hep yoksul bırakılmış kadınların kurmaca edebiyatta erkekler kadar başarılı olamamaları şaşırtıcı değil.
Virginia Woolf’u iyi bir eğitim alabildiği, düşüncelerini bize kadar ulaştırabildiği için kendimizi şanslı sayalım ve diyelim ki: Bize kendimize ait bir oda ve beş yüz sterlin verin, bırakın, yazalım!