‘’Bencil gen terimini icat eden Richard Dawkins, genlerin doğasındaki bencilliğe, savunmak amacıyla değil tam aksine, üstesinden gelme zorunluluğunun farkında olmamız için bizi uyarmak amacıyla dikkat çektiğinden bahseder. Dawkins bizi ‘kendilerini kopyalayan bencil genlerin despotizmine karşı isyan etmeye’ teşvik etmektedir.’’
İşbirliği sergileme ve paylaşım, sosyal diyebileceğimiz hayvan topluluklarında en sık gözlenen davranışlardandır. Bu davranışları mutlak bir şekilde sürdüren hayvanlar, ait oldukları grubun çıkarlarını gözetiyor görünebilirler. Ancak gerçekte olan, bencil genlerinin yönlendirmesiyle grupla ortak olan bireysel çıkarlarının peşinde gidiyor olmalarıdır. Sosyal davranış örüntüleri en gelişmiş hayvan olan insanın ise işbirliğini ve paylaşımı kullanarak bencil genlerine sonuna dek hizmet etmesi kabul edebileceğimiz bir olgudur. Gerçekten de diğer insanlarla etkileşime geçerken her bir davranışımızın altında çıkarlarımıza ulaşmamızı sağlayan bir amaç mı vardır? İnsanın, karşılıksız yardımda bulunduğu zamanlarda bile nasıl bir çıkarının olabileceğini düşünün. Cevap aslında oldukça basit: İçine doğduğu ve içinde yok olduğu toplum için sosyal kabul\uyum kazanmak. Araştırmacılar bunun nedenini ortaya koymak için çeşitli oyun kuramları geliştirmişlerdir. Bu oyunlardan en bilineni “mahkumun ikilemi” oyunudur. İnsanlar ve hayvanlar üzerinde yapılan gözlemler doğrultusunda benciller arasındaki işbirliğinin grubun yararına nasıl hizmet ettiği bulgulanmıştır.
‘’Bağışıklık kazanmış olmaktan uzak olduğumuz bir evrim kuralına göre, topluluklar ne denli işbirlikçiyse, aralarındaki savaşlar da o denli şiddetli geçmektedir. Gezegendeki en işbirlikçi ve sosyal türlerden biri olabiliriz fakat aynı zamanda da en savaşçı türüz. Bu, insan grupçuluğunun karanlık yüzüdür.’’
Bencil genler bizi filozofların da uğraşmayı sevdiği yılların ikilemine sürüklüyor: İnsan doğuştan iyi midir yoksa kötü müdür? Eğer Rousseau’yu dinlerseniz insanı “soylu vahşi” olarak tanımlayarak aslında insanın doğuştan özünde iyi olduğunu ama toplum tarafından yozlaştırıldığını onaylamak durumundasınız. Bu iyilik, güzelliğin mümkün olamayacağını düşünüyorsanız Hobbesvari kötücül bir bakışınız var demektir. İyiliğin ölçütünü, Homo Sapiens’in kendi türü dışında çevresiyle nasıl etkileşimde bulunduğuna bakarak koyarsak pek iç açıcı sonuçlara ulaşmıyor gibiyiz. İlk çağlardan itibaren modernleşmenin doğadan kopardığı insanları değil de günümüzde varlığını doğanın kucağında devam ettiren yerli kabileleri gözlemleyen araştırmacılar, sandığımızın aksine primitiv kabilelerin doğaya karşı cömert ve barışçıl olmadıklarını, sömürebildiklerini sömürmeye çalıştıklarını ve sürdürebilirliği umursamadıklarını ortaya çıkarmışlardır. Umursamazlığın boyutu ise doğanın zalimliliğinin ve gücünün ortak bir sonucu olarak kendini göstermiştir.
‘’ Allyn MacLean Stearman, Bolivya’da yaşayan Yugui halkının katıksız fırsatçılar olduğunu bulguladı. Yuguiler aslında hamile ya da küçük yavrusu olan maymunları öldürmeyi tercih ederler-çünkü bu maymunları yakalamak daha kolaydır ve maymun cenini lezzetli bir yiyecek olarak addedilir. Yerliler yaralı ya da ele geçirilmiş hayvanlara gelişigüzel zulmederler ve göletler ve akıntısız nehirlerde yaşayan tüm balıkları fark gözetmeden öldüren barbasco zehiri kullanarak avlarlar. Yanı sıra yerliler, olgunlaşmış meyvelerini elde etmek için koca ağaçları kesip, devirmeye razıdırlar.’’
‘’Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya, Yeni Gine, Madagaskar, Yeni Zelanda ve Hawai’nin devasa hayvan topluluklarını yok ederken, insanlar kendilerini dizginlemekte neden bu denli bariz bir biçimde başarısız oldular? Nasıl olur da Amazon Kızılderilileri’nin avlanma yöntemlerinde etkin bir ekolojik ahlakın zerresine dahi rastlanmaz?’’
Peki bu kötücül kalıtıma boyun eğip, genlerimizin ilkel yönlendirmesi doğrultusunda yaşamı tüketmeye devam mı etmeliyiz? Yoksa içimizdeki çevreci vahşi soyluyu bulma umudunu mu taşımalıyız?
‘’Toplumsal düzenin kökleri, kusursuzca uyumlu ve erdemli bir toplum olmasa da, günümüzdeki mevcut toplumdan daha iyisini yaratmaya yönelik içgüdüsel kapasitemizi barındıran kafalarımızın içindedir. Kurumlarımızı, bu içgüdüleri canlandıracak biçimde inşa etmeliyiz. Bunun içerdiği en büyük anlam, eşit bireyler arasındaki alışverişi teşvik etmektir (…) Eşit bireyler arasındaki toplumsal ve maddi alışverişi teşvik etmeliyiz zira bu güvenin hammaddesidir ve güven de erdemin temelidir.’’