Tezer Özlü ile yollarımız çok geç kesişti. En azından ben 21 yıllık yaşamımda onu yeni yeni tanıyor olmamı çok geç olarak nitelendiriyorum. Bazı kitaplar hayatımıza şöyle bir dokunur ve geçer. Tezer Özlü ve Çocukluğun Soğuk Geceleri de benim hayatıma şöyle bir dokundu ama geçmedi.
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden “Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim.” diye bahsediyor:
“Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim. On bir yaşındaki, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan biri olan Avusturya okulunda karşılaştığı Batı kültür ve eğitiminin yarattığı şoku.
Küçük burjuva ana babalar Türkiye ulusal bağımsızlık savaşından sonraki heyecanlı kuşağın vatansever kişileridir. Taşradan İstanbul kentine yeni gelip, burada küçük yaşta Avusturya ve özellikle Alman kültürü ile Katolik kilise okulunda karşılaşan bir Türk kızı ne olur? Evinden kaçmak ister, çünkü bu evlerde süren durgun yaşamın, sevgisiz yaşamın, iç içe yaşamın düşündüğüne uymadığının şokunu yaşar. Okuldan kaçmak ister, çünkü okul karanlık bir kilisedir. Okulda öğretilen birçok yalan, gerçek yaşamda hiçbir zaman gerekmeyecektir.”
Tezer Özlü psikiyatri kliniklerini anlattı, üzerine zorla geçirilmeye çalışılan beyaz ‘’deli’’ gömleklerini ama en çok da kafasına dayadıkları elektroşok cihazını… Çocukluğundan bu yana maruz kaldığı fiziksel ve ruhsal şiddeti, ölüme duyduğu uçsuz bucaksız arzuyu, gitmeyi, gitmeyi ve yeniden gitmeyi kazıdı bedenimizdeki her hücreye. Üstelik bunu o kadar içten yaptı ki, yarım bıraktığı her cümlenin noktası, kitabı okurken boğazımızda oluşan yumru oldu.
Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek… isterim hep” (Çocukluğun Soğuk Geceleri, 16)
Yazdı, durmadan yazdı, Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni, Kafka’yı, Pavese’ye duyduğu hayranlığı, Prag sokaklarını, hayatına giren erkekleri, tutkulu sevişmelerini, özlemlerini, “es o es, la luna es o es” şarkısını, kadın-erkek ilişkilerine dair düşündüğü ne varsa hiç korkmadan açık yüreklilikle yazdı:
Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek- kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için ilkin nikâh imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? Erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar? İlk kadını genelevde mi tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine ‘mal’ gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor.” (Çocukluğun Soğuk Geceleri, 44)
Tezer Özlü, kitabının “Lêo Ferrê’nin Konseri” kısmında hayatının travması olan kliniğe yatışını, karanlık hastane koridorlarını, oda pencerelerinin demir parmaklıklarını, ağzı burnu kanayıncaya kadar yediği dayağı, ruhunu parçalayan her ne varsa yazarak yüreğimize sızdı.
“İstedikleri ne/yaşamımı elektrikle bitirecek kadar” diyor girdiği bir elektroşok komasından sonra ve ekliyor:
Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün!”