Sanırım benim için en zor yazılardan biri olacak. Kalbimle mantığım arasındaki o ince bağın üzerindeyim ya da bu bir arafsa araftayım da diyebiliriz. Karşımda en iyi ama bazı yönlerden en kötü romanlardan biri var. Aklımdaki her şeyi anlatmaya çalışacağım ama öncelikle sevgili Timaş Yayınları ekibinin hakkını teslim etmeliyim, yıllardır yayımladıkları kitaplara şahit biri olarak gördüğüm en incelikli roman olmuş Mona’nın Gözleri. Sayfaların birleşiminin İnci Küpeli Kız’ı oluşturması, ayracının Frida Kahlo’yu misafir ediyor olması, kitaba hazırlanan şömizin çıkarıldığında bahsi geçen tablolardan bazılarının resimleriyle adeta küçük bir sanat turu gerçekleştiriyor olması Mona’nın Gözleri kitabının inceliklerinden yalnızca birkaçı. Bana göre bunlar arasında en iyisi Mona’nın Gözleri için Tarçın Kitap Kahve’de gerçekleştirilen lansmanıydı. Sevgili editörü Gizem Olcay, çevirmeni Işıtan Tual Şekercigil ve gönüllü anlatıcısı Pınar Civan’ın sohbetinin ardından birkaç sanat eserinin katılımcıların da katkısıyla yorumlanması ile geçen şahane bir etkinlikti. Sanat için hak edilmiş bir değerdi bu gösterilen.
Mona’nın Gözleri’ni bitirdiğimde dedesi Henry’nin bir bölümde torunu Mona’nın kendisine neden inanması gerektiğini sorduğu an kurduğu şu cümle çınladı kulağımda: “Çünkü yeryüzünde güzel olan her şey üzerine yemin ediyorum.” Mona’nın Gözleri, sahiden de böyle bir yeminin eseri diye düşünerek başlığımı buradan aldım. Işıtan Tual Şekercigil’in çevirisiyle Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Fransız yazar Thomas Schlesser’ın kitabı Mona’nın Gözleri sanatın kibar bir bekçisi olduğunu kanıtlar nitelikte bir roman. Thomas Schlesser’ı araştırdığım vakitlerde fotoğraflarına denk geldiğimde ürkütücü bir yanının olduğunu söylemiştim. Buram buram yayılan bu aurasının etkisindeyken henüz kitabın başlarındaydım. Bitirdiğimde ise bu konuda yanılmamış olduğumu düşündüm çünkü Mona’nın Gözleri her ne kadar sanatı zeminine oturtmuş bir roman gibi gözükse de mistik bir yanı olduğunu da gösteriyor sonlarına doğru.
On yaşında bir kız çocuğu olan Mona, en fazla on beş dakika sürmesi gereken bir geçici körlüğü altmış üç dakika yaşayarak doktorların ilk aşamada geçici iskemik atak geçirdiğini düşündükleri bir rahatsızlık geçiriyor. Annesi Camille ve babası Paul telaşla kendisini hastaneye yetiştirdikleri vakit yavaş yavaş gözlerindeki perde kalkıyor Mona’nın. Doktorların şaşkın bakışları ve araştırmaları sonucunda ulaşılan bu sonuca rağmen uyarılar yapılıyor: “Yine de bir psikoloğa danışmalısınız.” Camille bütün ilgisini torununa yönlendirmiş, aralarında farklı bir iletişim geliştirmiş olduğunu hissettiği babasına durumu anlatırken oldukça gergin. Sanki Mona kendisinin çocuğu değil de babasının çocuğu ve ona bunu söylerken suçluluk hissediyor gibi: çocuğuna zarar vermiş olmasının suçluluğu. Babası yani Mona’nın dedesi Henry kısa bir süre sonra kapılarını çalarak ziyarete gelir. Kızına psikolog işini kendisine bırakmasını ve kesinlikle hiçbir süreçte durumu sorgulamamasını istediğini söyler. Kontroller, doktor görüşmeleri Camille’e, psikolojik süreç ise bu şekilde dede Henry’e devredilir. Henry bu süreci bir çocuk psikoloğu ile geçirmek yerine torunu Mona’ya Paris’in müzelerinde birbirinden değerli sanatçıların eserlerini gezdirerek geçirme kararı alır. Bu sıralarda üniversite yıllarım aklıma geldi. Mühendislik okumama rağmen ilk yıllarımda aldığım seçmeli resim dersinde hocanın bilmediğim bir dilde açtığı müzik eşliğinde birbirinden farklı onlarca sanatçının eserlerini göstererek ne gördüğümüzü sorduğu o anlar, şimdi düşününce sanki hocam Thomas Schlesser olmuş ve yeniden karşıma çıkmış gibi… Kulak aşinası olduğumuz birçok sanatçı var: Boticelli, Frida Kahlo, Vincent Van Gogh, Leonardo Da Vinci, Rene Magritte… Fakat sanat müptelası insanların tanıdığı sanatçılar da var, yani daha ari bir kesimin bildiği o isimler: Raffaello, Marina Abramovic -ki kendisine aklı başında şekilde âşık olduğum bilinen bir gerçektir-, Frans Hals, Georgia O’Keeffe, Constantin Brancusi, Hannah Hoch, Jean-Michel Basquiat… Her bir sanatçının seçilmiş bir eserini Thomas Schlesser kendi anlatımıyla tanıttıktan sonra dede ve torun bu eserin önünde birkaç dakika duruyor. Dede toruna ne gördüğünü soruyor, torun ise bu gezilerin başında eserlerden hiçbir şey anlamazken her çarşamba gerçekleştirilen bu ziyaretlerden sonra yavaş yavaş sanat gözünü açmaya başlıyor. Gördüklerinden sonra eserden alması gereken mesajı çıkarıyorlar birlikte kör kuyulardan. Çıkarılan bu mesaj aynı zamanda o bölümün de başlığını oluşturuyor. “Kendini maddeden arındır”, “Hiçbir şey titretmesin seni”, “Dünyayı durma noktasına getir”, “Yüksek sesle haykır ve dimdik yürü”, “Hayvanlar senin dengindir” Öyle güzel başlıklar var ki kendimi durduramayıp her birini buraya yazacağım diye korkuyorum.
Mona’nın Gözleri kafamda çelişkilerle dolu bir oda bıraktı. Kapıyı çekip çıkamayacağım kadar kalabalık ve dağınık ortalık. Öncelikle okurken çok zorlandığımı itiraf ediyorum. Bu kadar sanatla iç içe olduğum bir kişisel zevkim varken, gençliğimin bir bölümünü üniversitenin ilk yıllarında aldığım o dersten sonra böyle bilmediğim sanatçıları tanımakla geçirmeye özen göstermiş biri olarak sanat eserlerini inceledikleri ve dedenin sanatçı hakkında bilgiler verdiği kısımları okurken bu haliyle bile oldukça eksik olduğumu hissettim. Bu sebeple Mona’nın Gözleri’ni herkesin beğeneceğini düşünmüyorum. Her şeyden önce buna ilgi duyan birilerinin tahammül edeceği bir zorluk var çünkü içinde. Diğer türlü bundan keyif almayacak, sanata ilgisi olmayan insanların Mona’nın Gözleri içerisinde yer alan bu sanatsal bakış açısını hırpalayacağını tahmin ediyorum. Ki bence bu o kadar değerli bir yer ki, böylesine hırpalanmasına gönlüm razı gelmez.
İpin diğer ucunda beni yalnız bırakmayan mantığım ise birkaç yanlış yakaladı. Söylemeden geçmek istemem. Her şeyin başında dedenin konu sanat da olsa iletişim kurduğu kişi on yaşında bir kız çocuğu olması geliyor. Michelangelo heykellerinden birine dedesinin omuzlarına çıkarak yakından bakan kız çocuğu kendi boyuna inerken heykelin erkeklik organına gelince utanıyor fakat dedesiyle ötanazi, ölüm ve din konusunda ayrıntılı konuşabiliyor. Üstelik bu konuşmaların yapıldığı cümleleri görseniz rahatlıkla şunu söylersiniz: çevremizdeki yetişkin insanlarda bile böyle cümle kuranını bulmak zor. Mona’nın şaşkınlıkla karşıladığım birkaç cümlesinin altını çizmiştim. Örneğin Courbet’nin eserinin karşısında gördüklerini anlatırken şöyle diyor: “Her şey çok koyu. Ama eğlenceli karakterler de var. Bazıları, mesela papaz yardımcısı çocuklar, oyalanıyor. Bazıları sarhoş gibi…” Dedesinin de on yaşındaki çocuğa Rosa Bonheur’un bir eseri karşısında şu cümleleri kurduğunu görebiliyoruz: “Kadın olsa da saçlarını kısa kestiriyor, puro içiyor ve pantolon giyiyordu! Hiç evlenmedi, başka kadınlarla yaşadı. İnsanlar arasında işleyen -cinsiyetler, toplumsal geçmişler, kentsel ve kırsal coğrafyalar arasındaki- hiyerarşilere kafa tuttu.” Kitabın çoğu bölümünde Mona’nın dedesiyle kurduğu bu iki yetişkinin kuracağı iletişimden çok keyif aldığı belirtiliyor. Yani bir nevi Thomas Schlesser’ın bu iletişimi bilinçli olarak kurduğunun bir göstergesi. Fakat yanlış mı? Bana göre evet. Küçük bir çocukla konuşurken cümlelerin oldukça yumuşak ve hasarsız kurulması gerektiği kanısındayım. Yine de Mona’nın Gözleri’nde bahsettiğim mistik yanının hesaba katıldığı yerde bahsi geçen bu iletişim çok görmezden gelinebilir görünüyor.
Bir diğer mantığıma ters düşen kısım ise bilimi değil sanatı tercih eden bir dedenin anlatılması. Psikoloğu tercih etmeyip sanata güvenen dedenin torununda meydana gelen geçici körlüğü iyileştirmeyeceğini içten içe kabul etmesine rağmen buna devam ediyor olmasıydı. Sonrasında bu durumun iyileştirici olmasa da yardımcı olduğu düşündürülerek toparlanmaya çalışılıyor gibi ama rahatsız edici kısmını çoktan yaşamış oluyor okur. Sanatın içerisinde ayrıntıları görmek, gördüğünü düşünmek, düşündüğünü idrak etmek ve bir başka sanat eserinin içerisinde aramak Mona’nın içsel huzurunu yakalamasına sebep olur ve bilime karşı açık ve cesur olmasını sağlar. Mona hipnoz ve daha birçok teknikle sorunun kökenine inilmesine yardımcı olacak o cesareti gösteriyor. Elbette doktor da dahil herkes bunun gittiği psikolog sayesinde olduğunu düşünüyor fakat bunun tamamen sanatın iyileştirici gücü olduğu ortaya çıkıyor.
Thomas Schlesser’ın Mona’nın Gözleri kitabında açığa çıkardığı sanat konusundaki birikimini göz ardı etmek istemem. Raffaello eserini inceledikleri esnasında anlattığı Orpheus efsanesi en çok etkilendiğim hikâyelerden biri oldu.
“Orpheus bunu bir şekilde başarıyordu. Sesi aslanları ve atları, kuşları ve sürüngenleri, kemirgenleri ve filleri kendine çekiyordu! Karşı konulmaz biriydi. Bir gün Orpheus, Eurydice adında bir periye âşık olup onunla evlendi. Ne yazık ki kızı yılan ısırınca hayatını kaybetti. Kederli şair, onu geri getirmek için ölüler diyarına indi. Müziğinin saflığı sayesinde yeraltı tanrısı Hades’i onu yeryüzüne geri getirme hakkını kendisine vermesi için ikna etti. Hades yine de bir şart koştu: Orpheus, koşullar ne olursa olsun, yaşayanların arasına dönene kadar sevgilisini görmek için arkasını dönmeyecekti. Lakin ışığa doğru yaptıkları yolculuğun bitmesine birkaç metre kala Orpheus, Eurydice’in ayak seslerini duyamayınca endişelendi. Sabırsızlıkla arkasına baktı. Kız buhara dönüştü ve ışığın içinde kayboldu.”
Mantığım beni ne kadar zorlasa da, koşmak istediğim her dakika nasıl ayağımı tutmaya çalıştıysa da, sanatın bu iyileştirici gücüne ve karşıdan karşıya geçerken hızlı davranıp sonra arkasına dönerek dedesine gülümseyen Mona’nın bu halini gören dedesinin anlattığı Orpheus efsanesiyle kalbime atılan oka inanmayı seçtim. Kitabı bitirince yakın arkadaşıma kurduğum cümleyi kuracağım burada: “Ben her mantık hatasında kafamda bir yıldız kırıyorken nasıl günün sonunda kitaba tam yıldız verdim, anlamıyorum.” Kitabın içerisinde huzurlu ve mutlu tek bir karakter yok. Babası alkolik ve annesi mutsuz bir ailenin çocuğu Mona, anne ile babasının evliliğinin devam ettiği bir zaman diliminde büyümeye çalışıyor. Babasına emanet ediliyor bir dükkanda. Annesi günlüğünü karıştırıyor mesela. Akran zorbalığının hat safhada olduğu bir okulda öğrenci Mona. Belki de okulun en sorunlu çocuğuna aşık oluyor, akran zorbalığı kelimesinin vücut bulmuş hali bu çocuk. Ama içindeki yumuşak kalbi gördüğünü savunuyor Mona. Bu sistem hiç akıllanmaz, hep yanlışa doğru döner zaten. Uzaktan bakınca Mona’nın Gözleri’nde kafamı takayım desem sağlam çıkacağım tek bir karakter yok. Sanırım Thomas Schlesser’da hissettiğim o korkunç enerji bunun tek sebebi olabilir. Haksız sayılmam. Bendeki mistik güç de buymuş, ne gülerim. Mona’nın Gözleri hepimizde var olan bir gücü bize fark ettirmiş olsa ya! İşte kelebek etkisi diye buna derim. Her şeye rağmen anıların gücüne, bilinçaltının ne kadar kuvvetli bir şey olduğuna, ölümün insanın aklında bir gün unutacağını sandığı o kısa anları nasıl mıhlayıp bıraktığına dikkat çekmek isteyen Thomas Schlesser’ın bunu başardığını söyleyebilirim. Bizi mantığımızla bir savaşın içerisinde bıraktı ama ben, beni vurduğu okları büyük bir sevecenlikle yerinden çıkartıp kaç kere vurulduğumu saymayı seçiyorum.
“Dedişko ya, bu Pierrot çok üzgün… Kırmızı burnu ve yanaklarıyla sanki keder saçıyor. Onu sevdiğimizi ona nasıl söyleyebiliriz?”
“Ona senin baktığın gibi bakarak.”
- Thomas Schlesser – Mona’nın Gözleri
- Timaş Yayınları – Dünya Edebiyatı | Roman
- Çeviri: Işıtan Tual Şekercigil
- 400 sayfa