Son birkaç gündür evde, işte, sosyal medyada herkesin yüksek sesle bağırdığı korkunç bir olaya şahitlik ettik: Altı yaşında evlendirilen kız çocuğu H.K.G’nin davası. Size ses kayıtlarına kadar kanıtlanmış bu olayı başından anlatmayacağım; her şey tüm yalınlığıyla ortada.
Fakat buna yalnızca pedofili demek, istismar demek başka bir gerçeğin üzerini örtüyor: Burada bir cinsiyete tabii olarak doğmuş bir insanın bilinçli şekilde hayattan koparılması var, yaşadığı şeye layık görülmesi var. H.K.G’nin hayattan kopukluğu öylesine büyük ki; her kız çocuğunun o yaşlarda evlendiğini sanıyor ve öylesine dinlediği bir radyo programından öğreniyor içinde bulunduğu yanlışlığı. Dünyaya doğurmak ve kocaya itaat için geldiğini düşünen ve tüm hayatını kendi yerine bu eksende yöneten birileri var ve bu birileri onun aynı zamanda tüm çevresi. Bu çevre, kadını otomatik olarak erkeğin bir alt basamağına yerleştiriyor ve diyor ki; sen çok güzelsin, çiçek gibisin, tatlısın ama dur bakalım sen kadınsın. Sana baktığımda yalnızca namusum aklıma gelecek benim ve tüm hayatını da buna göre yönlendireceğim. Nasıl mı oluyor? Bu çocuk okula gitmiyor; çünkü yoldan çıkar, pantolon giyemiyor; çünkü günah, dışarı çıkamıyor; çünkü karşı cinsle iletişime girmesi affedilemeyecek kadar korkunç. Bu yazdıklarımın hiçbiri ilk kez okuduğunuz şeyler değil, orada burada tüm vaazını kadın üzerinden veren bir sürü sakallı var. Onlar vaaz veredursunlar, bunu yaşamak apayrı olay. İşte bu kardeşimiz maalesef bu karanlığa direkt maruz kalmış biri. Tüm hayatını karşı cinse göre ikincil şekilde yaşamış biri. Dolayısıyla ne yeni yerler keşfedebiliyor, ne insan içine karışabiliyor ne de sosyal yaşantıyı tanıyor. Hayattan işte böyle koparılmış oluyor. Küçük mutluluklardan, basit deneyimlerden uzak hale getiriliyor.
H.K.G’nin resmi olarak evlendiğini söyledikleri yaşta (13) yaptığım kısa okul gezisini hatırlıyorum. Bir kasım ayında en yakın arkadaşımla Ankara yolcusuyduk. İkimiz de mutlu ve ailelerimizden izin aldığımız için şaşkındık. Babamı ikna etmek benim gözyaşlarıma ve ayrıca annemin kararlı sözlerine kalmıştı. Babamın ise kendine ait çok geçerli bir sebebi vardı; aylardan kasımdı, şimdiden Ankara’nın yolları kardan kapanmıştı ve düşündüğü tek şey oraya sağ salim gidip gelmemdi; güvenliğimdi. Yanlış hatırlamıyorsam geziden iki üç gece önce üzgün oluşuma dayanamayıp parayı vermiş “git ama kendine çok dikkat et “ demişti. O gezide, bir lunaparkta çok eğlenmiş ve sayamayacağım kadar çok macun yemiştim. Hala ne kadar güzel zaman geçirdiğimi düşünür, gülümserim. Ayrıca çocuktum ama bir deneyimdi, ailemden ilk defa bu kadar uzak bir yerde kendimi bilerek dolaştım, daha temkinli olmayı öğrendim ve bir anı edindim. Bu hikâyenin şöyle mahvolduğunu düşünelim: “Göndermiyorum çünkü erkek öğrenciler de gelecekmiş, olmaz.” Böylesine masum bir geziyi daha başlamadan, henüz on üç yaşında idrak edilemeyecek kadar nedensiz ve karanlık sebeplerle engelleyerek başlıyor bir insanın hayatını çalmak. Kaldı ki böyle bir ihtimal bile yoktu bu kardeşimizin hayatında. Okula bile gönderilmemiş. Arkadaşlarıyla ip atlayacak, coğrafya dersi görecek, beden eğitiminde top oynayacak yaşta yaşamı, nihai görevi olan birinin karısı olma düzleminde yok olup gitmiş. Özgürlüğü elinden alınmış ve bir hayatın içine kelimenin tam anlamıyla “tıkılmış.” Bir insanın özgürlüğünü, bir şeyler yaşama- deneyimleme ihtimalini ortadan kaldırmak bana göre çok şeyini almaktır. Son kertede 13 yaşında evlendirilmesi, yine çok erken yaşta bir bebeğe hayat verirken kendi hayatını vermesi bunun son noktası. Bu arada yapılan istismarı küçümsediğimi düşünmeyin, idrak etmekte hala zorlanıyorum ama bu çocuk bir kadındı, bunu sakın unutmayın.
Belki az sonra bana yazacaklarım için yakınlarım dâhil kızanlar olacaktır. Mesela; altı aylık kız bebeklerinize “6 Ay Kınası” adı altında bindallı giydirip başkalarına “Allah gelin kınasını da göstersin” dedirtiyorsunuz. Ana rahminden çıkalı sadece altı ay olmuş bir insana yapılacak etkinlik, dilenecek dilek bu mudur? Geçiniz. Sonra, henüz okuyan ve parasını belki de seyahate veya canının istediği X şeyine harcamak isteyen kadınlara “Çeyiz almaya başladın mı” diyorsunuz. Belli yaşa gelip henüz evlenmemiş/ kendini evliliğe hazır hissetmeyen/ doğru kişiyi bulamamış/ evlilik düşünmeyen kişilere “evde kalmış” gibi sıfatlar takıp küçük görüyorsunuz. Bununla da bitmiyor. Kadın evlendiğinde de bu kez kocasına sonsuz bir yaranma çabasına giriyor ve çevresi tarafından diğer kadınlarla adeta yarıştırılıyor. Duymuşsunuzdur şu çirkin ötesi deyişi: “Kocasından sonra kalkan kadından bir halt olmaz.” Kadın hasta olamaz mı? Kadın yorgun olamaz mı? Kadının canı uyumak isteyemez mi? Erkek kişisi tek başına kahvaltı hazırlayıp karnını doyuramıyor mu? Bunlar aklıma gelen ilk örnekler. Zihninizi zorlayın, benzerlerini bulacaksınız.
Yukarıdakilerin hepsi benim yakın-uzak çevremden gözlemlediklerim. Çoğu insan modern görüntüsünün altına kadının nihai hedefini “koca” ve “kocaya sonsuz yaranma” olarak koyuyor; bilinçli ya da değil. Bunu iki insanın anlaşarak bir hayatı birbiriyle geçirmeye karar vermelerine karşı olduğum için yazmıyorum. Beraber güzel kahvaltılar yapmayı önemsemediğim için yazmıyorum. Bir cinsle bir araya gelmeyi bu kadar abarttığınız, bunu dünyanın merkezine koyduğunuz için, iki insanın eşit şekilde hayatı paylaşabileceğini normal görmeniz için ve muhafazakârları eleştirirken aslında kendi çevrenizdeki kadınları nasıl engelleyebileceğinizi, baskı altına alabileceğinizi görmeniz için yazıyorum.
Lafı fazla uzattım, çünkü konu kafamda çok uzadı, buralara kadar geldi. Son olarak, H.K.G’nin bu cesaretinin ve başkaldırışının birçok kadına umut ışığı olmasını diliyorum. Şu an ortaokulu okuyormuş, dilerim ki en az üniversiteye kadar okur ve kendi ayakları üzerinde durur. En önemlisi de hayatı daha fazla kaçırmadan istediği şekilde yaşayabilme özgürlüğüne sahip olur.