Gecikmeli olarak ele aldığım bu romanla adeta bir gencin iç dünyasında yolculuğa çıktım, yolculuk bitince de bu yazıyı yazmak istedim.
Server Bedi, Çömez, Serazad, Safiye ve Peyman mahlaslarıyla hiç durmadan tam 43 yıl Türkiye’de hemen hemen tüm gazete ve dergilerde romanları yayımlanan yazar, 1899’da İstanbul’da doğar. Babası Servet-i Fünun şairlerinden İsmail Safa, yazar henüz 2 yaşındayken ölür. Annesiyle çekeceği maddi sıkıntılar ve zorluklar yazarı beklerken tüm bu sıkıntılara yazarın 9 yaşındayken yakalandığı Kemik hastalığı da eklenir. 8 yıl boyunca, 17 yaşına kadar hastane koridorlarında zor bir hayat yaşar.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu bu bakımdan otobiyografik roman niteliğindedir. Roman psikolojik tahlil ve başarılı betimlemelerle bir gencin erken yaşta yakalandığı hastalığını ve çektiği acılarını, yalnızlığını ele alır. Romanda kahramanın ismi belirtilmemiştir. “İsimsiz” kahramanın da hastalığı kemik hastalığıdır ve tüm olaylar bu hastalığın çevresinde gelişir. Peyami Safa’nın da çocukluğunda geçirdiği hastalığın aynı olması, roman kahramanının “İsimsiz” olması ve romandaki bazı tecrübe yüklü cümleler bu romanın otobiyografik eser olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bir nevi romana hatıra defteri özelliği katan o cümlelerden bazılarını şöyle sıralayalım:
“Büyük hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.”
“Hasta olmayanlar bizi ne kadar az anlayacaklar.”
“İki hasta kadar birbirine yakın kimse yoktur.”
İsmet Habib kahramanın isimsiz olması durumuyla ilgili şunları söyler: “Bütün edebiyatımızda kahraman adı olmayan ilk roman budur sanırım. Niye öyle? Çünkü romanın kahramanı müellifin kendisidir; kendi adını zikrederse romana uymayacak, başka bir ad taksa hakikatten ayrılmış olacak; öyleyse en iyisi kahramanı adsız bırakmaktır.”
Peyami Safa’nın bu kadar güçlü tasavvura sahip olmasının belki de nedeni budur. Betimlemeleri şeker tadında asla okuru sıkacak boyutta değil aksine romanı özellikle kahramanın iç dünyasını anlamayı sağlayacak şekildedir. Hastane ortamını, duvarları anlatırken kurduğu cümleler okura hastanın yanında, bir diğer yatakta yatan hasta hissi veriyor.
Peyami Safa bir tahlil romancısıdır. Kişilere ve eşyalara psikolojik bir tahlil dikkatiyle bakar. İnsanın iç macerasını ele alarak romanın tek bir konu etrafında dönmesi sıkıntısından kurtararak esere bambaşka bir tat verir. Tanpınar’ın “acının ve ıstırabın yegane kitabı” olarak tanımladığı bu eser de yazar “insan ruhunun derinliklerinde ve labirentlerinde dolaşmasının” yanı sıra dönemin Doğu-Batı çatışmasına değinmeden edememiştir. Romanda Fransız kültürüne hayran Paşa ile Doktor Ragıp’ın hasta çocuk ile tartıştığı görülür. Peyami Safa ideolojik düşüncesini “isimsiz” kahramanı üzerinden bu tartışmada belirtir. Romandan alıntı:
“Mevzuyu beğendim. Kime yaranmak olursa olsun, güzel Türkçe dururken, sokak levhalarına, tabelalara Fransızca ibareler yazılmasına aleyhtar olduğumu söyledim. Paşa ve Doktor, basir kozmopolit fikirleriyle bana hücum etmeye başladılar…”
Peyami Safa 1940’da Cahit Sıtkı’ya sanatının kaynağını şu sözlerle dile getirir: “Benim şuurum bir facia içinde doğdu. Dokuz yaşımda başlayan bir hastalık ve on üç yaşımda hayatımı kazanmak zarureti beni edebiyattan önce kendimi anlamaya ve yetiştirmeye mecbur bir küçük insanı, tamamıyla hayati zorluklardan doğma bir terbiye, psikoloji, felsefe tecessüsü ile doldurdu. Belki bütün kitaplarımı dolduran bir facia beklemek vehmi bunun neticesidir.” Edebiyattan önce kendini anlamaya ve yetiştirmeye mecbur yazarı tanımak ve anlamak için tehir etmeden hemen okunması gereken bir eser.
Son olarak yazarın Nazım Hikmet’e “Canım Nazım’a kara sevda ile” diye imzalayarak itaf ettiği bu eser Türk Edebiyatının zenginliğine olan inancımı arttırdı diyebilirim. Peyami Safa’nın edebi dünyası ile tanışmak için uygun bir eser.
- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu – Peyami Safa
- Ötüken Neşriyat – Roman
- 112 sayfa