Türk edebiyatının efsane ismi Yaşar Kemal’den “Kalemler” isimli öyküyü siz edebiyat severlerle paylaşıyoruz.
İyi okumalar.
Kalemler
Şehirlerin en önemli yerlerinden birisi de çöplükleridir. Çöplüklerin şehirler için gerekli değil, bu kadar önemli olduğu hiç aklınıza geldi mi? Bir büyük şehir çöplüğünü görünceye kadar bunu ben de bilmiyordum. Bir çöplük, bence bir şehir demektir.
İstanbul güzel şehir, alımlı şehir. İstanbul’un bir havasına, tadına girendir daha onun havasından, tadından çıkamaz. İstanbul’un boy boy, renk renk resimleri yapılmıştır yıllar boyu. Fotoğrafları çekilmiştir. Üstüne şiirler yazılmıştır. Ben size söylüyorum ki, bunların birçoğunu gördüm, okudum, hiçbir şey, hiç kimse İstanbul’u çöplükleri kadar anlatamadı bana. Kirli mi İstanbul, çöplüğü kokar, leş gibidir. Kokusu burnunun direğini kırar… İstanbul daha mı temiz, kokusu daha az gelir. İstanbul mis kokulu mu, kokusu mis gibi kokar çöplüklerinin. Çöplük de mis gibi kokar mı diyeceksiniz? Kokar kokar, bana inanın… Neden böylesine yakından bilirim çöplükleri? Kendimi savunmam gerek… Ben çöplük uzmanı değilim. Sebepini söyleyeyim de içinizde bana karşı bir şey kalmasın… Bir, ben martıları çok severim… Sever miyim? Yok yok, daha çok merak ederim onların hayatlarını. Giderim, saatlerce onları seyrederim… Bir deniz üstünde, bir kayalıkta, bir çöplükle. Martılar geçimsiz, döğüşçü Allahın belası, tuttuğunu koparır yaratıklardır. Buradan martıların hayatının ince ayrımlarına kadar girmek gereksiz. Bir gün size martıların üstüne, bu aç gözlü, bu yırtıcı, bu tuttuğunu koparır yaratıkların üstüne uzun, ilginç yazılar yazabileceğim. Martıların hayat kavgaları en çok çöplüklerde olur, ilk ilgim çöplüklere martılardan dolayıdır. Çöplüklere ikinci ilgim de bizim komşu Rüstem Çavuş’tan dolayıdır. Rüstem Çavuş koskocaman pos bıyıklı, gözlerinin içi gülen, canlı, şakacı hayat dolu, sevgi dolu Sivas’ın Zara ilçesinden bir kişidir. On yıldır da İstanbul’da çöpçüdür. Çöpçü çavuşluğuna bundan dört yıl önce terfi etmiştir.
Çöpçü çavuşu olduktan sonradır ki bizim evin yanındaki arsayı aldı, önce arsaya üç tane kavak dikti. Sonra arsanın dört bir yanını çitle çevirdi, baharda bir baktık ki, bütün çit boyunca hanımelleri açmış, bütün mahalleyi hanımeli kokusu sardı. Ne zaman oldu bu iş, evi ne zaman arsanın içine kondurdu, ne mahalleli farkına vardı, ne ben, belki ne de kendisi… Orada, hanımelli çitin içinde yeşile boyanmış, büyücek üç pencereli bir göz ev belki bin yıldır orada pırıl pırıl duruyordu. Karısını tanıdık az sonra, kısa boylu, geniş kalçalı, çekik büyük gözlü yirmi beşinde gösteren bir tazeydi. Sabahtan akşama kadar evin camlarını siliyor, tahtalarını ovuyor, bahçenin toprağını belliyor, bir an boş durmuyordu. Bütün mahallede en temiz ev, şu zengin villalarının içine sıkışmış en güzel ev, en temiz ev, gıcır gıcır ev Rüstem Çavuş’un eviydi. Karı kocayı bazen avlu kapısında durmuş, bir ressamın eserini seyrettiği gibi öylesine hayran, müthiş tatlı bir yüzle evlerini seyrettiklerini görüyordum. Böyle yakalandıklarını anladıklarında yüzleri kızararak, bir suç üstünde yakalanmış çocuk ürkekliği, utangaçlığıyla evlerine kaçıyorlardı. Onları böyle sık sık yakalıyordum. Sonunda hep bir olup bu güzelim küçük evi saatlerce doyamadan birlikte seyreder olduk.
Bahar geldi evin küçücük bahçesinde türlü türlü çiçekler açtı… Evin pencereleri renk renk sakız sardunyaları, fesleğenle donandı… Rüstem Çavuş’un evi pırıl pırıl, iç açıcı, göreni mutlu kılan, büyük, usta bir ressamın elinden çıkmış bir resimdi sanki.
İki de çocukları vardı. Birisi kız, ötekisi oğlan. Oğlan topaç gibi, kütür kütür, sabahtan akşamlara kadar arı ardında dolaşan cin gibi, bir çocuktu. Bir an olsun yerinde duramıyor, kıvıl kıvıl, mahallenin her yerinde kaynıyordu. Bu her an tozla toprakla cebelleşen çocuğun üstü başı da, aynı evleri gibi tertemiz, sakız gibiydi. Kızları daha büyücek, durgun, hiç konuşmaz, hep ince ince gülümser, utangaç, tatlı, kederli yüzlü bir kız… İncecik çenesi, kalın dudakları daha şimdiden onu büyük biri gibi gösteriyordu. Bütün halleri de öyleydi. Bütün aile, evleri, çocukları, çiçekleri, karı koca, fışkıran bir sevgi, sonsuz bir mutluluk içindeydiler. Bu kapıdan geçen herkes bu büyük mutluluğun farkına hemen varır, içi sevgiyle dolardı. Yerler, evler, insanlar vardır. Şöyle bir bakarsan mutlulukla dolarsın…
Dört yıllık komşuluğumuzda ne zaman sıkılsam, ne zaman karanlığa düşüp dünyayı lanetlesem çıkardım dışarı küçük eve bakar, üstümdeki kötülükleri atıverirdim. Pos bıyıklı, yakışıklı adam, çöpçü üniforması içinde her akşam eve gelir, bazen coştuğunda bağlamasını eline alır çok inceden, duyulur duyulmaz, hiçbir yerde duymadığım, duyamadığım, bundan sonra da ölünceye kadar duyamayacağım türküler söylerdi. Ne söylerdi bu türkülerde? Mutluluk mu, bir keder mi, bir olay mı bir türlü anlayamazdım. Bazı onun yakalamak, yan yana türküsünü dinlemek, ne dediğini duymak isterdim. Ben eve girer girmez hemen o ayağa kalkar, yer gösterir, sazını da alelacele yandaki sandığını arkasına atıverirdi. Birkaç kere çalmasını istedim, anladım ki ölse de benim yanımda çalmayacak, vazgeçtim. Daha, daha merak ediyorum, bu türkülerde o kadar güzel hangi sözleri söylerdi Rüstem Çavuş?
Rüstem Çavuş beni severdi. Çalışma yerini görmek istedim, kırmadı, üstelik de sevindi… İşte arada sırada bu yüzden oraya gittim. Burası şehrin dışı, tuğla ocaklarının bulunduğu bir yerde. Şehrin çöplerini buraya döküyorlar, Rüstem Çavuş da bunun başında duruyordu. Bazı günlerde çöpleri yakıyorlardı ve ben yanık çöp kadar pis kokan hiçbir şeye rastlamadım şu darı dünyada.
İşte bir çöplüğün bir şehrin bütünüyle karakterini taşıdığını Rüstem Çavuş arkadaşımla birlikte gittiğimde bu çöplüklerde gördüm.
Çöplükler bir şehirdir ve çöplerin içinden bir şehrin bütün eşyası çıkabilir. Kol saatleri, masa saatleri, cep saatleri, hem de yepyeni. Yüzükler, bilezikler, kolyeler hem de altın, hem de elmas… Kalemler, dolmakalemler, tükenmez kalemler. Makaslar, iplik yumakları, makaralar, gözlükler, paralar. Bir şehirde ne varsa bu şehrin çöplüğünde de o vardır… Çöplükten çıkanları değerli olsun, değersiz olsun çöpçüler aralarında kardeşçesine pay ederlerdi. Yalnız bir şeyi paylaşmazlardı, o da kalemleri… Çöplerin arasından çıkan kalemleri bulanlar, sevinçle, bir altın, bir elmas yüzük bulmuşçasına bağırıyorlardı:
“Rüstem Çavuuuuş… Bir kalem daha… Amma da gözeldir ha… Hiç açılmamış. Rengi de kirmizidir ha…”
“Rüstem Çavuş… Bir kalem daha… Yeşildir kim ne gözet yeşildir… Dolma da kalemdir…”
“Rüstem Çavuuuuş… Bir kalem ki, yüz lira eder… Daha kutusunun içindedir.”
Rüstem Çavuş’un yanında büyük bir testi suyu vardı, kendisine getirilen kalemleri evirir çevirir, bakar, sonra da sabunlu suyla kalemi bir iyice yıkardı.
Rüstem Çavuş kalemleri de paylaşalım diye çok ısrar etmiş, fakat çöpçü arkadaşlarına kabul ettirememişti. Onun çocukları vardı ve çocuklar okuyorlardı. Bey, Hanım olacaklardı. Yüz yıl da, yüz yılın her günü de buradan yüzlerce, binlerce kalem çıksa kalemlerin hepsi Rüstem Çavuş’un çocuklarının olacaktı.
Gerçekten, çöpçüler kalemleri Rüstem Çavuş’a verdiklerinden dolayı büyük bir mutluluk, büyük bir sevinç duyuyorlardı. Her kalem bulan ona büyük bir zafer, iyi iş yapmışların güveni içinde getiriyordu. Her biri okuyan, büyük, iyi, bilgili adam olacak, çöpçü olmayacak çocuklara yardımın mutluluğundaydı. Bu onların gözlerinden apaçık okunuyordu. Rüstem Çavuş’un onların bu mutluluğunun, sevincinin önüne geçmeye hakkı yoktu. Ve çocukların da en büyük oyuncakları kalemdi. Her akşam renk renk bir sürü kalemle geliyordu. Kalemleri üstüne, bugün ne kadar çıkacak, diye, ana, oğul ve kız bahse tutuşuyorlardı. Her zaman da kızın dediği ya çıkıyor, ya da sayıya en çok onunki yaklaşıyordu.
Kız bu yıl ilkokulun beşinci sınıfındaydı… Kızın için için övündüğü, arkasında güvendiği, hiç kimseye söylemediği, hiçbir zaman da söylemeyeceği bir güvenci vardı arkasında. Bu çocukların her bir şeyleri vardı. Cicili elbiseleri, güzel çantaları, her gün gelip onları okul kapısından alan otomobilleri vardı… vardı ama, hiç kimsenin, babalarının kalem dükkanlarında bile hiç kimsenin bu kadar çok kalemi yoktu. Kalemleriyle için için öylesine övünüyordu ki… Kalemlerini düşündükçe gizli bir sevinçle gözleri ışıl ışıl yanıyor, pespembe yanakları parlıyordu. Ama kimse bilmiyordu ki onun o kadar çok kalemi olduğunu… Bu içinde büyük bir dertti. Okula kalemlerini alıp getiremiyordu ki… Bir getirebilse, herkesin herkeslerin parmakları ağızlarının içinde kalacaktı. Bin tane renkli kalemi vardı… Kırmızısı, beyazı, karası, mavisi, turuncusu… Bir araya getirince kalemlerini bir renk harmanı oluyordu. Gerçekten bir kalem harmanına benziyordu, ışıklı… Kalemleri okula getirecek, getirecekti ama, ya sorarlarsa bu kalemleri nereden aldın, diye. Ne diyecekti, ne diyebilirdi. O kadar çocuğun arasında. Çöpçübaşı babam çöplerin arasından topladı bu kadar kalemi diyemezdi ki… Ölse de, kesseler de, kanım iyice akıtsalar da diyemezdi. Nasıl derdi… Ama, mutlaka getirmeli, arkadaşlarına kalemlerini göstermeliydi.
Günlerce kafasını yordu, bir türlü yolunu bulamadı. Bu kalemleri bana babam aldı dese inanmayacaklardı. Milyoner çocuklarına bile babaları böylesine çok, güzel kalem almazdı ki… Eeeee, ama muhakkak okula götürüp kalemlerini göstermeliydi. Bunun bir yolunu bulmalıydı. Bir kafasma takmıştı ki bu işi bir türlü aklından söküp atamıyordu. Bir gün çantasına doldurdu kalemleri okula götürdü, göstermek için yandı tutuştu, deliye döndü ama kimseciklere gösteremedi. Belki bir hafta göstermenin ateşi içinde kıvrandı durdu, olmadı. Belki bu yıl da unutacaktı ama komşuları Erol’u gördü. Erol Abi kırtasiyecide, Osmanbey’de kocaman bir mağazada çalışıyordu. Ondan defter almıştı. Onun çalıştığı yerde o kadar çok kalem vardı ki… Aaaaah bu Erol bir akrabası, örnekçe dayısının oğlu olsaydı… Ne güzel, aah ne güzel olurdu. Bir, bir güzel olurdu ki. Derdi ki, “dayımın oğlu Erol armağan etti bunları bana…” O gece, gece yarışma kadar bu Erol üstünde düşündü.
Sabah okula gittiğinde okul çantası, cepleri ağzına kadar renk renk kalemlerle doluydu… Önce kalemleri sıra arkadaşı Sabahat’in önüne serdi. Sabahatlerin Kapalıçarşı’da bir kuyumcu dükkanları vardı ki, ağzına kadar altın bilezikle dolu… Ama Sabahat’in bu kadar çok kalemi yoktu ki…
“Aaaaa!.. bu kadar kalemi nereden buldun kız?”
Neriman hiç umursamaz:
“Erol Abi getirir bana” dedi, “Her akşam getirir… Onun Beyazıt’ta bir kocaman mağazası var ki, ağzına kadar kalemle dolu. Erol Abi benim neyim olur biliyor musun, dayımın oğlu. Daha hiç evlenmedi.”
Sabahat öteki çocuklara koştu hemen:
“Neriman’ın birçok kalemi var, vah, nah bu kadar, bin tane.. Yalansam iki gözüm kör olsun.”
Çocuklar Neriman’ın başına üşüştüler… Gerçekten amma da çok kalemi vardı ha!
Sabahat:
“Onun dayısının oğlu var,” diyordu. “Daha hiç evlenmemiş… Beyazıt’ta bir kocaman dükkanı var ki… İçi hep kalemle dolu… Biz oraya her gün gideceğiz. Erol Abi de bize kalem verecek.”
Neriman Sabahat’ten çok memnun oldu.
“Aaaaaa…” dedi, “bilmiyor musun?..” Kalemlerden beş altı tane kalem seçti:
“Erol Abi bunları sana göndermişti… Sabahat’e ver, diye… Ben senden ona çok çok konuştum… Benim en iyi arkadaşımdır, dedim.”
Sabahat güldü: “Biliyordum,” dedi, ‘Teşekkür ederim…”
Zil çaldı, Neriman herkesin hayranlığı üstünde, kalemleri, çantaya doldurdu. Derse girdiler… Artık herkesten üstündü. Sevinçten dolup dolup taşıyordu.
Bundan sonra her gün çantası dolu dolu kalemlerle geldi… Herkese kalem dağıtıyordu. O herkesin ablasıydı artık. Çocuklar çarşıdan ne diye kalem alsınlar, Erol Abi ona bol bol getiriyor, o da herkese veriyordu. O kadar çoktu ki kalemi. Bütün okula dağıtsa bitmezdi ki…
Neriman’ın mutluluğu bu pis olay patlayıncaya kadar böylece sürdü gitti. O kısa boylu, o bakkalın şaşı oğlu Zühtü var ya, o mendebur, o sümüklü burun var ya, işte o bozdu her şeyi. Yalancı, domuz, karnı yemez… Yüzüne baksan kusacağın gelir de kırk gün yemek yiyemezsin… İşte bütün bu işler onun başının altından çıktı.
Öğretmenin karşısına geçmiş:
“Vallahi billahi öğretmenim,” diyordu, “Vallahi billahi, Allah canımı alsın ki, anamın ölüsünü öpeyim ki… Neriman kalemimi çalmış… Kalemlerinin arasında gördüm… Belkoymuştum kaleme… Yeşil bir kalem… Üstüne de iki çentik yapmıştım… İşte o kalemi Neriman’da gördüm.”
Öğretmen Neriman’ı çağırdı, çantasını açtırdı… Bu kadar kalem çokluğu karşısında şaşakaldı.
Zühtü kalemlerin üstüne atılarak:
“İşte öğretmenim bu,” dedi ve kalemini aldı.
Öğretmen çok sert:
“Bu kadar kalemi nereden buldun?” diye sordu.
Neriman günlerdir hazırdı, dudaklarını bükerek:
“Bu kalemleri bana Erol Abi verir,” dedi… “Evde daha o kadar çok ki…”
Öğretmen kızın yüzüne haince baktı:
“Git, evdeki bütün öteki kalemleri de getir.”
Zühtü’ye de: “Ver o kalemi Neriman’a” dedi.
“Amma öğretmenim, ama öğretmenim…”
“Ver o kalemi…”
Elinden aldı kalemi Neriman’a verdi… Neriman kalemleri çantasına doldurup eve doğru, çantası elinde koşmaya başladı.
Öğretmen arkasından:
“Çanta burada kalsın” dedi.
Neriman döndü çantayı masanın üstüne bıraktı, eve koştu. Eve çarçabuk geldi, büyücek bir bez torbaya bütün kalemleri doldurdu, okula koştu.
“İşte öğretmenim hepsi bu kadar…”
Öğretmen:
“Haydi sen şimdi sınıfa git şimdi” dedi.
Okulun başöğretmenine gitti, işi uzun uzun anlattı. Okulun başöğretmeni de okulu sınıf sınıf dolaşarak:
“Kalem kaybedenler, kalem çaldıranlar okul tatilinde benim odanın kapışma gelsinler” diye tembihledi.
Birkaç saat sonra başöğretmenin kapısının önü kaynaşıyordu. Hemen hemen okulun çocuklarının yarıdan çoğu kalem yitirmiş, kalem çaldırmıştı.
“Söyle bakalım, senin çaldırdığın kalemin nasıldı?”
Çocuk kalemini anlatıyor, başöğretmen kalemler içinden kalemi bulup çıkarıyor, çocuğa veriyordu.
Böylece bir sürü çocuğa kalemlerini verdi. Çocuklar yalan söylemiyorlardı ve kalemler çocuklarındı…
“Söyle, nasıl çaldın bu kadar kalemi?”
“Çalmadım.”
“Doğruyu söylersen seni affederim kızım.”
“Çalmadım.”
“Peki Erol Abi milyoner de olsa sana bu kadar kalemi niçin versin? Haydi bir iki, on tane verdi… Ya yüzlerce kalemi?..”
“Erol Abi verdi… Dükkanı kalem dolu…”
Kızı uzun uzun sıkıştıran başöğretmen, onun ağzından doğru söz alamayınca:
“Git hemen ananı, babanı çağır” dedi.
Neriman eve geldi, kendini yatağın üstüne attı, hüngürdemeye başladı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Anası telaşla soruyor, kız ağlamaktan konuşamıyordu. Birazca açılınca işi olduğu gibi anasına anlattı. Akşam babası eve gene elinde bir kucak kalemle geldi. Neriman’a verdi. Neriman var gücüyle kalemleri sokağa fırlattı. Anaysa ağlayarak işi babaya anlattı.
Neriman diyordu ki, anasına babasına ölürcesine yalvarıyordu ki:
“Kurbanlar olayım size, çöpten çıktığını söylemeyin kalemlerin… Erol Abi verdi, deyin…”
“inanmazlar…”
“İnanmasınlar.”
“Çöpten kalem çıkarmak hırsızlıktan daha mı iyi?”
“Daha iyi, daha iyi…”
Ana, baba, kız arasındaki cebelleşme gece yarıya kadar sürdü.
Neriman diyordu ki:
“Eğer kalemlerin çöplerden toplandığını söylerseniz ben kendimi öldürürüm…”
Rüstem Çavuş çocukları iyi bilirdi. Kız kendini öldürürdü.
“Haklısın kızım” dedi. “Diyeceğim ki okulda ona, bu kalemleri dayısı oğlu Erol verdi.”
Sabahleyin okula kızıyla birlikte giden Rüstem Çavuş, öğretmene, başöğretmene Erol’dan söz açtı, onun ne kadar iyi, cömert bir akraba olduğunu uzun uzun saydı döktü. Başöğretmen, Erol’un Beyazıt’taki dükkanının adresini istedi. Baba kız apışıp kaldılar. Rüstem Çavuş en sonunda bir adres uydurup başöğretmene yazdırdı. Baba kız okuldan böylece ayrıldılar.
Araştırma bitmiş, Neriman’ın kalem hırsızlığı yüzde yüzleşmiş, Neriman okuldan kovulmuştu.
Ben bu olayı epey geç duydum. Rüstem Çavuş’un evine hemen koştum, evde kimse yoktu. Bir hafta gittim geldim, ev kapı duvardı… Altı ay, ben Basınköy’e göçünceye kadar ev hâlâ duvardı… Bomboş, ölü, yaslı bir evdi… Güzelim bahçeyi mahalle çocukları çiğnemişler, pencerelerdeki kırmızı, mavi, pembe sardunyaları yolmuşlardı…
Ben çöplükleri iyi bilirim. Rüstem Çavuş’tan dolayı. Çöplükler, şehirlerin tıpıtıpına aynasıdır… Bir şehir pisse, aşağılıksa, kalleşse, merhametsizse, o şehrin çöplükleri bin misli daha pis kokar. Leş gibi… İstanbul şehrinin çöplüklerine martılar konar, çöplüğün üstü apak olur. Ve bu murdar çöplük martıdan gözükmez olur. Haa, bir de renk renk kalemler çıkar İstanbul çöplüklerinden… Altın yüzük çıktığı da olur.