Neredeyse her gün payımıza yeni bir keyifsizliğin düştüğü bugünlerin bugününde ünlü Rus tiyatro ve öykü yazarı Anton Çehov’un ölümün yıl dönümü. Çehov’un oyunları hakkında gün içinde yayınlayacağımız inceleme yazılarından önce O’nun bir kısa hikâyesini de siz değerli okuyucularımızla paylaşalım istedik. Keyifsizlik ancak, bu kadar keyifli anlatılabilirdi hem! İyi okumalar.
KEYİFSİZLİK
Polis âmiri Semion İlyiç Praçkin, çalışma odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, göğsünde kıpırdayan hoşa gitmeyen duyguyu boğmaya çalışıyordu. Dün bir iş için şube başkanına gitmişti, kâğıt oyununa oturmak zorunda kalmış, sekiz ruble kaybetmişti. Bir bakıma kaybedilen para çok azdı, önemsizdi ama cimrilik, menfaatçilik şeytanı, polis âmirinin kulağına yerleşmişti, onu müsriflikle suçlayıp duruyordu.
Praçkin, bu şeytanı susturmaya çalışarak:
– Sekiz ruble önemli bir para değil ki! Diye söyleniyordu. Başkaları daha çok kaybediyorlar da aldırış bile etmiyorlar. Hem para dediğin insanın kazanabileceği bir şey… Şöyle fabrikaya yahut Rılov’un meyhanesine gittin mi, işte sana sekiz ruble, belki de daha fazla!
Bitişik odada polis âmirinin oğlu biteviye bir sesle boyuna:
‘‘Kış… köylü başarı ile…’’[1] diye dersini ezberliyor. ‘‘Köylü başarı ile yol açıyor…’’
– Hem bu parayı ne zaman olsa oyunda çıkarabilirim… Başarı ile… Başarı da ne oluyormuş?
‘‘Köylü başarı ile yol açıyor… açıyor…’’
Praçkin, kendi düşüncelerine devam ederek:
– Başarı ile… diye söylendi. Ben ona bir sopa çekersem görür o başarıyı. Zaferler peşinde koşacağına vergileri zamanında öderse daha iyi eder… Sekiz ruble, aman ne önemli şey! Sekiz bin değil ya, ne zaman olsa çıkarılabilir…
‘‘Atı kar kokusu alarak… kar kokusu alarak, zar zor gidiyor…’’
– Tam dört nala gidecek atı buldun! Uyuz köylü atından daha ne beklenir? Düşüncesiz mujik de sarhoş kafayla alabildiğine sürmekten zevk duyar, sonra da buz çöküp dereye batınca yahut uçurumdan yuvarlanınca uğraş dur onunla… Ben buradayken atını hele bir sür de göreyim seni, arkana öyle neft yağı dökerim ki beş on yıl unutamazsın! Neden oyuna küçük kâğıtla başlamadım? İspati beyini oynasaydım, kaybetmeyecektim…
‘‘Pamuktan evekler açarak, kızak var hıziyle uçuyor… Pamuktan evekler açarak’’
– Açarak… Evekler açarak… evekler… Ne biçim sözler! Böyle şeylerin yazılmasına nasıl müsaade ediyorlar, sen bilirsin yarabbi! Bütün oyunu altüst eden onluydu! Nereden gelip elime sıkıştı, gelmez olaydı!
‘‘İşte köylü çocuk koşuyor… köylü çocuk, Fındık’ı kızağa bindirmiş… bindirmiş…’’
– Mademki koşup yaramazlık ediyor karnı tok demek… Ana babası çocuğa bir iş göstermeyi akıllarından bile geçirmez. Köpeği kızakla gezdireceğine odun kırsa yahut İncil okusa daha iyi ederdi… Bu köpek denilen pis yaratıklar da ne kadar çoğaldı!.. Sokaktan geçmek kabil değil! Akşam yemeğinden sonra oyuna oturmamalıydım… Yemeği yer yemez gitmeliydim…
‘‘O, hem ağlıyor, hem gülüyor, annesi de… annesi de penceren parmak sallıyor…’’
– Salla, salla parmağını… Dışarı çıkıp dövmeye üşenirsin… Gocuğunu kaldırıp şöyle: çat pat! Çat pat! Bir ki tane yapıştırsan fena mı olurdu? Bu, parmak sallayıp korkutmaktan daha iyidir… Büyüyünce ayyaş olursa görürsün…
Praçkin, yüksek sesle oğluna sordu:
– Bunu kim yazmış?
– Puşkin, babacığım.
– Puşkin mi? Hım!.. Anlaşılan, acayiplik düşkünü bir adammış. Yazmasına yazıyorlar ama ne yazdıklarını kendileri de anlamıyorlar. Yalnız yazsınlar!
Vanya:
– Baba, mujik un getirdi! Diye seslendi.
– İçeri alın!
Ama un bile Praçkin’e neşe vermedi. Kendi kendini avutmaya çalıştıkça zarar daha çok görünüyordu. Sekiz rubleye öyle acıyor, öyle acıyordu ki kaybettiği sekiz ruble değil de sekiz bin rubleydi sanki. Vanya dersini bitirip susunca, Praçkin pencere önünde durdu, kederli bakışlarını kar yığınlarına dikti… Ama kar yığınlarının manzarası, içindeki yarayı deşmekten başka bir şeye yaramadı. Dün şube başkanına gidişini hatırlattı. Sinirleri bozuldu, göğsünde bir sıkıntı duydu… Birisinden hınç almak istediği son kerteyi buldu. Daha fazla dayanamadı:
– Vanya! Diye bağırdı. Buraya gel, dün pencerenin camını kırdığın için sana dayak atayım!
Anton Çehov- Hikâyeler II, MEB, İstanbul 1990, s.27-29
[1] Puşkin’in meşhur bir şiirinin mısraları.