Bir Artistik Bellek’tir dolaşıyor. Örneğin geçen gün oturuyoruz masada, dergilerin aynılaşmasından, her dergide aynı isimleri görmekten sıkıldığımızdan söz ediyorduk, şu aralar meşhur bir mevzu, bilirsiniz. Bir arkadaşım “Fanzin dedin mi Artistik Bellek ya!” dedi, ardından bir diğeri “Edebiyat dergiciliğinde amatörlerin ‘bütün’ çerçevelerine karşın, her dalda kalite için çabalayan bir dergi, bir bakın sen.” dedi. . “Kim bu Artistik Bellek, ne yapar?” dedik, iletişime geçtik, ulaştık, tanıştık, hazır tanışmışken sizlere de tanıtalım dedik.
Artistik Bellek Aralık 2014’ünde yayın hayatına; “gayri nizami, gayri resmi, gayri ciddi lakin epey özenli amatör sanat topluluğu” diyerek Dostoyevski kapağı ile giriş yaptı. Amatör bir toplulukla dağıtımına başladı, her şehirde kendine temsilciler aradı, buldu, yayıldı. Sloganlarından da anlaşılacağı üzere daima amatörlük çizgisinde olacak olan, gayri resmi bir fanzin Artistik Bellek. Sadece edebiyat değil, müzik, sinema ve tiyatro ile de oldukça haşır neşir bir altyapıya sahip. Amaçlarının “daima amatörlüğün keyfini sürmek” olduğunu öne sürüyorlar.
Bir dergiyi elinize ilk aldığınızda sizi içine çekecek olan kapağıdır, deriz hep. Artistik Bellek bu noktada olabildiğince sade, net ve keskin çizgilerde kapaklar seçti. Kapaklarına edebiyat ve müzik camiasının önemli isimlerini kondurdu. Zaten dergiyi önceki sayılarıyla kıyasladığımızda ilk göze çarpan kapaklarına sanatçı konuk etme alışkanlıklarını son iki sayıdır terk etmiş olmaları oluyor. Sanatçılar yerine gayet soyut denebilecek nitelikte çizimlere yer veriyorlar artık.
İçeriğini her daldan besleyen bir amatörlük onlarınki. Bilhassa 9. ve 10. Sayılardan hareketle konuşmak gerekirse, beni bir sayıda bir kitap incelemesi karşıladı, diğerinde film kritiği. Şiirler, öyküler, röportajlar ve eleştiriler… Bütün bunların yanında alt metini oldukça bol olan felsefi içerikteki eserlere rastlamak da mümkün. Bir dipnot geçmek gerekirse, 9. Sayıda yer verdikleri Albous Huxley röportajının çevirisi ve İlker Aslan’ın “Karganın” başlığı ile kaleme aldığı yazın çok dikkat çekiciydi. Yine aynı şekilde 10. Sayıda “Arka Bahçe Röportaj” başlığı ile yayınlanan sohbet ve Reyhaniye Kaya’nın “Yedi Buçuk” isimli öyküsü oldukça vurucu noktalardan okuru kendisine çekiyordu. Birçok dergide de ismine rastladığımız Aslan Kocaman Sigaramın Türküsü şiiriyle bize göz kırpıyordu.
Ancak benim Artistik Bellek adına değinmek istediğim asıl nokta beş sayıdır aralıksız sürdükleri “Beş Soru” köşesi. Artistik Muhabirleri 5 soru soruyor, 5 yazar cevaplıyor. Bu sorular genellikle günümüz edebiyatı ve belirli bir eser özelinde yorum soruları olarak ilerliyor. Bir soru ile örnek vereyim, “Tutunamayanlar’da tarihten birçok karakterin buluştuğu bir bölüm vardır. Bu bölümden hareketle roman kahramanlarını bir araya toplasak bunlar kim olurdu ve ne hakkında konuşurlardı?” Bir nevi yazarları da zorlayan, düşündüren sorular oluyor artistlerimizin soruları. Okuru güldürüyor, ‘acaba ne diyecek adam şimdi?’ dedirtiyor, okura da aynı soruyu yöneltmiş kadar oluyor.
İlk kez güncel dergilerde rastladığım bir köşe oldu, -“Dergiler arasılık”- Mehmet Fuat da bir gün anlatıyor ya, “1950’lerde yazın dergilerinin aşağı yukarı hepsinde “dergilerde”, “dergiler arasında” gibi üst başlıklarla sunulan bölümler olurdu. Bu bölümlerde değinme nitelikli eleştirilerin yer alması tartışmalara yol açardı. İlkin bu bölümleri okuduğumuz, salt bu bölümleri için aldığımız dergiler vardı.” Tam anlamıyla olmasa da yüzeysel bir değiniş yapıyor Artistik Bellek 9. Sayı’daki “5 Soru 5 Fanzin” bölümü ile. Belki dergiler konuşulmuyor, ancak dergilerin birbiriyle iletişim içinde olup edebiyat üzerine ortak sorulara cezbedici cevaplar vermeleri dahi insanı doyuruyor, umutlandırıyor.
Değinmeden geçemeyeceğim bir nokta ise Artistik Bellek’in okurlarıyla ve diğer fanzinlerle sosyal medyada kurduğu olumlu ilişki. Fazla cıvıtmadan, oldukça üsturuplu, gayri resmi içtenlikle samimi… Şarkı ve film önerileri, ara ara naif alıntılar, ince öneriler.
Tüm bunları toparlayacak olursak, Artistik Bellek şu türde, şu temada eserler veren bir dergi diyemeyiz. Artistik Bellek, gerek tasarımı ile gerek içeriğiyle gerçekten amatörlüğün hakkını veren, hiçbir çıkar beklemeyen, zevk alarak ortaya güzel şeyler çıkaran, okuru kendisine özgür duruşları ile çeken bir fanzin, diyebiliriz. Öyleyse Sezai Karakoç’un Cemal Süreya ile kendini andığı gibi analım ve serzenelim okurlara; Artistik Bellek o hür hayalli çocuklara!
Artistik Bellek ile Neokuyorum.org olarak bir de röportaj yaptık;
1- Her sayıda sizin sorduğunuz ilk soruyu biz size daha geniş bir kapsamda yöneltecek olsaydık;
“ Sanatın dünyada ilk neyi değiştirmesini isterdiniz?”
Öncelikle Artistik Bellek ile alakalı düşüncelerinize ve söyleşiye harcadığınız yoğun emeğe çok teşekkür ederiz. Zor bir soruyla başladık. J Sanatın dünyada ilk neyi değiştirmesini isteriz? Açıkçası sanatın doğrudan bir değişiklik yapma gücü var mı emin değiliz. Fakat, elbette insana temas ettiği noktalarda, bireye kazandırdıklarıyla değişiklik yapılabilme ihtimalini güçlendiriyor, gerisi de insana kalıyor. Sanırım sanatla alakalı bizi en fazla heyecanlandıran olay, sanatın birbirinden çok farklı atmosferleri, dünyaları, insani unsurları bireye ulaştırarak onun algısını genişletici özelliği. Böyle bir temelden bakınca sanatın ön yargıları kırma hızının artarak insanı dünya üzerine, insani olanı yıkmaya çalışan, insanı baskı altına alan hikayeler üzerine daha fazla düşünmeye itmesini en önemlisi de, bireyi eyleme teşvik edebilme potansiyelini korumasını isteriz. Tabii burada kitaplar için okurun, filmler için izleyicinin, müzikler için de dinleyicinin sorumluluğu büyük. Bize dayatılan kötü çalışmaların dışında, nitelikli olanı bulmak zorundayız. Ana akımın bile isteye arka planda bıraktıklarına ulaşmamız, ulaştıklarımızı paylaşmamız gerekiyor.
2- Sinema ile de oldukça ilgili bir ekipten var olduğunuzu biliyoruz. Kısa film çalışmalarının oldukça yaygınlaştığı ve pratiğe döküldüğü bir zamandan geçiyoruz. Kısa filmler sinemanın neresinde? Sinema diline katkıları neler?
Biz öğrencilik yıllarından itibaren sinemayla, özellikle de kısa filmle ilgilenen bir ekibiz. Açıkçası pek çok kötü film yaptık ama bu tutkumuz asla azalmadı. İzmit’te bir öğrenci evinde şekillenen fikirleri, ruhu korumaya çalışıyoruz. Daima amatörlük ışığında ve asla ahkam kesmeden. Zaten ne edebiyatta, ne sinemada, ne de diğer dallarda atıp tutacak seviyede değiliz. Öğrenme sürecinin ömrümüz boyunca devam edeceğini ümit ediyoruz, bu durumdan da epey memnunuz. Okuduklarımız, izlediklerimiz ve birkaç tecrübemiz ışığında sorunuzu cevaplamaya çalışalım. Kısa film çalışmaları bahsettiğiniz gibi oldukça yaygınlaştı. Üretim araçlarına ulaşma imkânının epey kolaylaştığı bir çağda yaşıyoruz. Bu kolaylığın hem olumlu hem de olumsuz sonuçları mevcut. Cep telefonuyla bile kısa film çekebilirsiniz, bu da insanı heyecanlandırıyor tabii. Düşünün bir, sinema peşinde koşan onlarca kişinin dünyasına dahil olma fırsatı bulabiliriz. Hikâyeleri farklı bakış açılarından tekrar tekrar tecrübe edebiliriz. Bu üretim fazlalığı genel manada sinema açısından da geliştirici bir hale gelecektir. Durumun olumsuz tarafıysa internette pek çok kısa videonun kısa film etiketiyle yayınlanması ve gerçek kısa filmlerle kısa film dışındaki videolar arasındaki sınırın incelmesi. Yine de kısa film festivallerinin ya da kısa filmle uğraşan yönetmenlerin, ekiplerin video kanallarının bu olumsuz durumu kısmen de olsa ortadan kaldırdığını düşünüyoruz. Kısa filmlerin sinemanın neresinde olduğuna dair güçlü bir cevap verecek kadar piyasanın içinde değiliz. Bu konuda en fazla kısa film üreticiliğine dair teşviğin artması gerektiği şeklinde bir cevap verebiliriz. Kısa filmlerin ticari gösterim imkânı bulamamasına rağmen yaratıcılıkla alakalı vazgeçilmemesi gereken pratik alanları olduğunu düşünüyoruz. Bu açıdan bakınca kısa film festivallerinin, kısa filmi destekleyen yapımcıların, kısa filmcilerin ortak üretim yapabileceği platformların artmasının, uzun metrajdan sonra kısa filme dönmeyen yönetmenlerin yeniden kısa film üretmesinin olumlu sonuçlar yaratacağına inanıyoruz. Kısa filmin sinema diline katkılarıyla ilgiliyse öykü roman benzerliğinden ilerleyerek cevap arayabiliriz. Öykü ve roman iki edebi tür olmasına rağmen birbirinden apayrı yaratım şekilleridir. Bu noktadan hareketle kısa filmle uzun metraja da yakın bir pencereden bakabiliriz. İkisi de sinema ancak birbirinden farklı yaratım süreçlerine sahip. Öykü yazarlığının roman yazmaya hazırlık olamayacağı bir gerçek (tamamen ayrı matematikler), bolca kısa film çekmekse bazı noktalardan uzun metraja hazırlık olabilir. En azından set planlaması, hikâye anlatımı, bütçe yönetimi, oyuncu yönetimi, bir filmin altından kalkabilmek gibi noktalardan… Fakat ne olursa olsun bir kısa film yazdığınızın, yönettiğinizin farkında değilseniz, öykü ve roman ikilisinde olduğu gibi önemli bir sorunla karşı karşıya kalabilirsiniz. Çektiğiniz film bir uzun metrajın kısa bir bölümü gibi durabilir. Aynı bir romanın kısa bir parçasını andıran öykülerde olduğu gibi. Eğer tüm sorunları aşarsanız, pek çok kısa film çekerseniz kendi sinema dilinizi yaratmaya yaklaşmanız, sıkışık zamanda anlattığınız hikâyelerle, görsel anlatımınızı, yaratıcılığınızı beslemeniz mümkün. Belki yaptıklarınız bir uzun metrajın tamamında etkisini hissettirmeyecek ancak kimi anlarda hayatınızı kurtaracaktır. Önemli yönetmenlerin uzun metrajları izlendiğinde aynı yönetmenlerin kısa filmlerinde belli başlı sinemasal izlerin sürülebilmesi, kısa filmin sinema diline katkısı açısından referans alınabilir.
3 – Edebi eserlerden sinemaya ve dizilere uyarlanan eserler var. Öyleyse yansıtılmak istenenle ekrana yansıtılabilen öyküler arasında endüstrinin koşullarından kaynaklanan bir uçurum var mı? Bunlardan en beğendikleriniz nelerdir?
Edebi eserlerin uyarlanması konusu da riskli konulardan. Çoğumuz kitabını okuduğumuz filmleri izlerken aynı tadı bulamıyoruz. Tabii biz şu ana dek bir edebi uyarlama yapmadık, edebiyatın iyiliğini düşünerek J Fakat bu konuda biraz araştırma yaptığımızda kafamızı yoran iki unsura rastladık: Birincisi uyarlanan eserle, senaryo hacminin uyuşmaması. Üç yüz, dört yüz sayfalık bir romanı yüz yirmi, yüz kırk sayfalık bir senaryoya indirgiyorsunuz. Bu işi yapan ekip de romanı, öyküyü ne kadar özümse de sinema izleyicisini düşünerek hareket ediyor. Bizim okuduğumuz, saplanıp kaldığımız bazı bölümleri filmlerde göremediğimizde ister istemez hayal kırıklığına uğruyoruz. İkinci unsursa, yazarın dünyasının en nihayetinde okur olarak sizin değil bir başkasının, bir yönetmenin aracılığıyla uyarlanıp izleyiciye aktarılması. Bu da okur olarak sizin kafanızdaki dünyayla film dünyasının uyuşmayabileceği anlamına geliyor. Bu noktada kitapların tek olmadığını düşünebiliriz. Örneğin tek bir Aylak Adam romanı mı var yoksa Aylak Adam’ı okuyan okur sayısı kadar mı? Peki nispeten iyi uyarlamalar nasıl yapılabiliyor? Sanırım kitaba genellikle epey sadık kalan, fazla risk almayan uyarlamalar genel olarak bize iyi geliyor. Yine de sektörün cesur olması gerekiyor. Örneğin hep merak ettiğimiz bir konu, zamanında Metin Erksan’ın TRT’ye yaptığı edebiyat uyarlamaları (Sabahattin Ali’nin “Hanende Melek”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Geçmiş Zaman Elbiseleri”, Samet Ağaoğlu’nun “Bir İntihar”, Sait Faik Abasıyanık’ın “Müthiş Bir Tren” ve Kenan Hulusi Koray’ın “Sazlık” (Hanende Melek sansüre uğramıştır)) gibi bir proje neden ne televizyonda ne de sinemada kendine yer bulamıyor? Ustanın Geçmiş Zaman Elbiseleri filmi gibi muazzam bir uyarlamaya rastlamamız imkansız mı? Sanırım sektörde çalışanlar bu sorulara daha net cevaplar verebilir. Belki de biz işin dışında olduğumuzdan rahatça konuşabiliyoruz.
4 – Fanzinin okuru tüketmekten çok üretmeye de iten bir tavrı olduğu söyleniyor. Hatta fanzin eyleminin kültür-sanat âleminin dışında; günlük hayattan yola çıkarak sisteme isyanı ve direnişi ifade ettiğini biliyoruz. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Fanzinler ortak üretim alanı olarak çok etkililer. Biz amatör kalma idealini seven bir ekibiz. Hiçbir iş sonsuza kadar devam etmez, sonsuza kadar devam etme isteği zaten klişeyi, sınırların sabit kalmasını, uyumu da beraberinde getirir. Fanzinler bu noktada daha ayrıksı sanırım. Çoğunlukla sokaktalar, sokağın nabzını tutuyorlar. Bireysel günlük dertlerden toplumsala çıkabiliyorlar. Pek çok türde yazıyı bir arada okuyabiliyorsunuz. Enerjilerini, ruhlarını hissedebiliyorsunuz. Özgünlük noktasında da elbette sayıca fazla olmaları ve maliyet düşüklüğü gibi kimi nedenlerle de dergilere göre avantajlı durumdalar. Bir çizgileri varsa söylediğiniz gibi o çizgi isyana, direnişe yöneliktir. Bunu kimi fanzinler kapağını açtığınız an bağıra çağıra yapar, kimileri suyun altında ilerleyerek. Tasarım açısından da yaratıcılığı tetikliyorlar. Kolajlardan, çizimlere, gazete haberlerinden, fotoğraflara, karikatürlere pek çok görsele pek çok ilginç tasarıma rastlayabiliyorsunuz. Fanzin festivalleri, fanzin buluşmaları da ortak platform oluşturma, birlikte üretme açısından çok değerli. İlerde fanzinlerdeki, dergilerdeki isimleri edebiyat dünyasının ortasında görebilirsek ne mutlu bize! Bu bir yarış değil, eğer yarış olacaksa da kendimiz dışında ne kadar ekibe destek verebildiğimiz konusunda yarışmalı.
5 – Derginizde film ve kitap eleştirilerine birlikte rastlayabiliyoruz. Peki soralım; Mevcut kültür-sanat eleştirmenliği, edebiyatın sektörleşmesinde nasıl bir tahakküm yaratıyor? Bu sistem yeni seslere hangi ölçülerde açık?
Geçtiğimiz günlerde bir konuşmada, biz neden çok az eleştiri okuyoruz diye bir konu geçmişti. Masada yer alan bir yazar hocamız, belki de bizim kuşağın gereğini yeterince yerine getirememesinden demişti. Bu sorumluluğun tek taraflı olduğunu düşünmüyoruz. Okur olarak bizim de işin peşine düşmemiz, gerçek eleştiri yazısını, gerçek eleştirmeni bulduğumuz an ona sımsıkı sarılmamız gerek. Ayrıca biraz da tembellik var tabii. Sıkı bir inceleme, eleştiri yazısı okumak zordur. Hem eleştirilen eser üzerinde düşünmeyi, hem de eleştirmenin size açtığı fikirler ışığında yolunuzu bulmayı, yolunuzu kaybetmeyi gerektirir. Açıkçası, bize de zor geliyor bazen. Böyle bir alışkanlığı kazanmanın kolay olmaması da etkili elbet. Edebiyatın sektörleşme meselesinde, kitap eklerinde, dergilerde, hemen hemen aynı eserlerin, benzer yazılarla vitrine çıkması, bazı yazıların eleştiriden çok kitap, film tanıtım yazısı halinde olması can sıkıcı tabii. Bu, hiç iyi eleştiri yazısı yazılmıyor anlamına gelmiyor. Dergilerde, fanzinlerde, kitap eklerinde hatta kitap bloglarında (neokuyorum.org’u bu açıdan çok değerli buluyoruz.) az sayıda da olsa bu tarz yazılar mevcut. Eleştiri yanında, iyi söyleşileri, denemeleri de talep etmeliyiz. Hem sinemada hem edebiyatta hem de televizyonda ana akımın en çok sığındığı şey “talep bu yönde” cümlesidir. Evet, talepler belirli noktalara kayabilir, sektör tarafından şekillendirilebilir ancak tüm bu olumsuzlukları kırmak için kafa yoracak, çalışmalar yapacak, çözümler üretmeye çabalayacak olanlar da bizleriz.
- Son olarak amatör dergiciliğin başını çekenlerden biri olarak, neokuyorum.org okurlarına önermek istediğiniz amatör fanzinler hangileridir?
Okuduğumuz fanzinlerin hemen hepsinde beğendiğimiz pek çok çalışma buluyoruz. Şimdi hemen aklımıza gelmeyen fanzinciler kusura bakmasın. Hepsine şans tanımalı, tüm fanzinlere, edebiyat dergilerine, sinema dergilerine… Karanfil Fanzin, Sıvadık Fanzin, Marşandiz Fanzin, Galapera Öykü Fanzin, KumKuşu Fanzin, Kopya Fanzin, Evvel Fanzin… Kısacası Mephisto’ya gidip tüm fanzinlere göz atmanızı isteriz.
Teşekkürlerimizi sunuyoruz, güzel bir söyleşi oldu. Sevgiler.
Asıl biz çok teşekkür ederiz, bize böyle bir söyleşi fırsatı tanıdığınız ve hazırladığınız güzel sorular için. neokuyorum.org’un yolunun açık olması dileğiyle, sevgiler.
Artistik Bellek’i şuralardan temin edebilirsiniz;
İstanbul:
Kadıköy Mephisto
Kadıköy Sosyal Sahaf
Taksim Mephisto
Ankara:
İmge Kitabevi
Eskişehir:
Adımlar Kitabevi
İnsancıl Kitabevi
Gaziantep:
Don Kişot Kitabevi
Farklı şehirlerden talep için: artistikbellek@gmail.com
Yoruma kapalıdır.