Geçtiğimiz günlerde Kafkaokur’un Konu sergileri kapsamında Sercan Tunalı’nın sergisini gezme fırsatını yakaladım. Sercan Tunalı ile çağrışımlara açık, sürreal resimlerinin dünyasını, eğitimini, kariyerini, ilhamını hangi temellere dayandırdığını konuştuk.
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Yıllardır reklam sektöründe çalışıyorum. İşe animasyon yönetmeni olarak başladım. Bir yıl kadar Avustralya’da yaşadım. National Geographic’de motion designer olarak çalıştım. Tabi bunun yanında okulum vardı. AICL (Australian Institute Commerce and Language)’de eğitimimi tamamladım.
Oradaki okula gitmeye nasıl karar verdiniz?
Aslında orası çok istediğim bir yerdi. Uzak bir yer olmasına rağmen çok güzel bir ülke olduğu için orayı tercih ettim de diyebiliriz. Şimdi iyi ki gitmişim diyorum. Çok eğlenceli zamanlar geçirdim, çok güzel arkadaşlar edindim. Proje bitince Türkiye’ye dönmek zorunda kaldım ve bir reklam ajansında çalışmaya başladım. Ardından birçok dijital ajansta ve reklam ajansında animasyon yönetmenliği yaptım. Kültür Bakanlığı destekli kendi projelerim oldu. Ayrıca bir ekip kurduk ve film yaptık.
Bu filmden bahseder misiniz biraz?
Senaryosu olan kısa metraj bir animasyon filmiydi. İsmi Barış’ın Oyuncakları. Benim için çok önemlidir. Çünkü bu filmle burs kazanıp, New York’a gittim. New York Film Academy’de sinematografi eğitimi aldım. Sonra tekrar ülkeye döndüm ve çalışmaya devam ettim.
New York nasıl geçti?
Çok verimliydi. Film yapımı ile ilgili çalıştık.
Nasıl bir eğitimdi?
Orada süreç grup etkinlikleri gibi işliyordu. Bir konu veriliyordu. Biz de bu konu etrafından kamera kullanıp siyah beyaz filmler çekiyorduk.
Döndüğünüzde nasıl devam ettiniz?
Bir süre freelance olarak devam ettim. Çeşitli markalara çalıştım. Bunlar içinde yurtdışı markalar da var. Fransa’ya ve Almanya’ya yaptığım işler oldu. Sonrasında Fransa’da bir okulda masterclassa katıldım. Avrupa’nın en iyi okullarındandır Gobelins l’école de l’image. Çok yüksek bir eğitimdi. Orada çok zorlandığımı itiraf etmeliyim. İki haftalık bir eğitim olmasına rağmen sabah dokuz akşam sekiz mesai yaptık. Paris’i gezemediğim zamanlar oldu. Eğitim tecrübeme rağmen en zorlandığım yerdi. Çalışmanın ardından tekrar Türkiye’ye döndüm ve yine animasyon şirketlerinde direktör olarak çalışmaya devam ettim. Şimdi de bir şirkette animasyon ekibinin başındayım. Microsoft, Google gibi birçok yerel marka için filmler yapıp, videolar çekiyoruz.
Bir taraftan da freelance projelerim devam ediyor. Ama bu aralar biraz azaltmaya çalışıyorum. Çünkü yıllardır buna devam ediyorum ve yaptığım işlerde kendi imzam olmaması gibi bir durum var. Bu yüzden artık kendi projelerime yönlenmek istiyorum. Mesela bir film yapmak istiyorum, çizgi film projelerim var. Genellikle de Fransa’ya yönelik çalışıyorum.
Neden?
Çünkü işlerin orada daha çok değer gördüğünü gördüm. Bir de pazar daha geniş. Daha kendi ayaklarınızda oluyorsunuz yaptığınız işle. Türkiye’de başka bir iş yapmak zorundasınız. Çünkü sergi açarak ayakta durmanız mümkün değil. Destek almak gerekiyor. Oysa yurt dışında sadece çizgi roman yapan bir insan yaşayabilecek kazancı elde etmiş oluyor. Bu yüzden de hedefim biraz yurtdışı.
Çalışmalarınız nelerden besleniyor?
Günlük koşuşturma içinde yaşadığımız zorluklar, problemler… Bunların etkisinde çok kalıyorum. Yani işe giderken yoldaki trafik bile beni düşünmeye itiyor. Bunu nasıl çözerim, buradan ne çıkarırım diye düşünüyorum genellikle. Bu şekilde ilerliyor çalışmalarım. Modern insanın mutlu olmadığı ama mutluymuş gibi davrandığı bir dönemde yaşıyoruz ne yazık ki…
Nasıl başladığınıza dönersek?
Çocukluğumda Antaya’daki ilkokulda bir resim yarışmasında ödül aldım. Gazetede küçük halim var hatta, hala saklarım. Annem sürekli “Bu çocuğun yeteneği var.” şeklinde yanaştı ama ben o zamanlar isyan içinde olduğum için bu durumu inkar ediyordum. Ortaokuldan sonra bende de farkındalık gelişmeye başladı ve iki yol ayrımım oldu. Güzel sanatlar harici tercihim pilotluktu. Pilotluk sınavını kazanamayınca güzel sanatlar oldu. İyi ki olmuş. Hiç pişman değilim. Üniversitede de Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar’a derece ile girdim.
Merak ettim. Ailede başka ressam var mı?
Yok. Ama ikisi de resime çok meraklılar.
Bunun etkisi de vardır değil mi?
Vardır. Ama esas önemli olan ailede buna olumlu bakılıyor olması. Bu size de geçiyor.
Bu işi yapmasaydınız ne yapıyor olurdunuz?
Bunu yapmıyor olsaydım belki aşçı olurdum. Yemek yapmayı çok seviyorum çünkü.
İlham aldığınız isimler kim?
Bu çok değişiyor. En son Barcelona’ya gittiğimde Picasso Müzesi’ni gezdim, Miro Müzesi’ni gezdim. Çok etkileyiciler. Escher’i de çok seviyorum. Bana bazan Escher’e benzediğime dair yorumlar geliyor. Bunu duyduğumda çok mutlu oluyorum.
Sizin matematikle aranız nasıl?
Benim o kadar iyi değil. (Gülüyor.)
Çalışırken nasılsınız?
Her zaman yeni bir şeyi nasıl koyabilirim diye düşünüyorum. Asla birinden gördüğüm şey olsun istemiyorum. Sürekli başka bir perspektiften bakmaya çabalıyorum. Resimlerime sonradan eklediklerim olabiliyor.
Çalışırken müziği son ses açıp çıldırdığım zamanlar da olabiliyor. Bir resim bitmiyor mesela. Gidip başkasına devam ediyorum. Sağ eli bırakıp sol elle çiziyorum. Sonra bakıp kendim de şaşırıyorum. Ama bu egosal bir yerden duyulmasın. Bundan çok çekinirim. Bu daha çok kendine yabancılaşma. Mesela Yaşlanmak diye bir resmim var. Bir ağacın halkalarının oluşmasıyla bir insanın halkalarının oluşmasını bağdaştırmış oluşuma sonradan çok şaşırmıştım. İnsan da yaşlandıkça kilo alır ya…
Bir de şunu söylemek isterim. Büyük resimler bana roman, küçükler hikaye gibi gelmeye başladı artık. Bu düşünceyle çalışıyorum.
Yeni başlayanlara ne öneriyorsunuz?
Bence herkes eğitim almalı. Temelini bilmeli. Ama herşey bir tarafa çok çalışması gerekiyor. Bunun hayatı olması gerekiyor.
Şimdiki projeleriniz ne hakkında?
Yakın zamanda bir sergim daha var. Henüz konsept kesinleşmedi ama dört gün olacağı için şöyle düşündüm. Resimler cam arasında olacak. İki gün bir tarafı, iki gün diğer tarafı sergilenecek olarak düşündüm.
Nerede?
Kadıköy Mecra’da olacak.
Kitleniz daha çok kim?
25-40 yaş arası. Çocuklar için korkutucu olabilir resimlerim. Aslında iki çocuk kitabı da yaptım. Biri Şebnem İşigüzel ‘in Uçtu Uçtu’su. Diğeri Göknur Birincioğlu’nun Maestro Makaronetti’si.
Edebiyattan bahsedelim. Kimleri okuyorsun?
Edebiyatı çok severim. Yazdığım hikayeler ve şiirler var. Özdemir Asaf benim için mükemmel bir şair. Orhan Veli’yi de çok severim. Hatta İstanbul’a geldiğimde “Ah Orhan Abi.” dedim. “Geldim ama umduğumu bulamadım.” Öyle bir şiirim var Orhan Veli’ye yazdığım.
Bu arada sırf edebiyat değil, müzik resim hepsini harmanlamayı çok seviyorum. Bir müzik açıp resim yapıyorum mesela. O an ne çıkıyor bakıyorum. Seneye Miam’da yüksek lisansa hazırlanıyorum. Sonic Art okuyup, yaptığım resimlere müzik yapmak istiyorum. Bu uzun zamandır hayalim. Şu ara bir yandan bir çellistle çalışarak, buna hazırlık yapıyorum.
Son olarak da resimlerinize nasıl isim verdiğinizi öğrenebilir miyiz?
Bir fikirden yola çıkıyorum. Parmak boyutunda bir eskiz çiziyorum. Bu da Fransa’da aldığım eğitimden edindiğim bir huy. Sonrasında resme baktığımda resim konuşuyor. Bazan zorlandığım ve çok sonradan ismini koyduğum da oluyor. Mesela Kökler öyle oldu. Sonradan içime sindi, tam oldu diye düşündüm.