Sessizce, telaş yapmadan, çağdaşlarına nazaran oldukça sağlam ve güçlü bir şekilde kendi dilini kuran Kaan Koç ile akademi günlerini, şiir dünyasını, günümüz edebiyat tartışmalarını konuştuk.
İyi okumalar.
Akademi günlerin nasıl geçti bu yıl, hoş geldin mi?
Az insanın başına gelebilecek önemde bir tecrübeydi. Daha önce bahsettim başka söyleşilerde, tekrara düşmeyelim ama kısaca şöyle bir maratondu: 1 sene, 6 farklı sanat disiplininden, 6 farklı ülkeden 12 sanatçının sadece akademi daveti ile çağırdığı bir çeşit ödül. Burs, konaklama, Nisan’da yaptığımız sergide serbest çalışma yapma imkanı vesaire… Yaklaşık 400 senelik, Avrupa’nın en önemli birkaç akademisinden biri. Bahçesinde Walter Benjamin ile Beckett’in satranç oynadığı fotoğrafları falan görünce insan önünü ilikliyor tabii. Gittiğimde de Beckett’in akademide üye olduğu yıllarda yaşadığı iki katlı, koca pencereli, geceleri önünde ihtiyar ağaçların ay ışığını arkasına alıp dans ettiği stüdyoda kaldım. Rüya… Bu kadar büyük bir “ödül” ve tecrübe ile bir daha karşılaşır mıyım, bilmiyorum. Beni seçip tarayıp buna uygun görmeleri elbette muazzam bir duygu. Ayrıca orada yaşadıklarım, verdikleri değer, Berlin’de 2016’dan beri geçirdiğim yaklaşık 3 ay gözlerimi iki yandan tutup genişletti. Aslında hayatımı değiştirdi diyebilirim; bunu şu an net anlatamam belki ama böyle seziyorum. Sözü yormayayım: Nisan’da sergide 2 de eser verdim. Biri performans ve sonrasında enstalasyona dönüşen bir fikirdi. Diğeri ise enstalasyondu. Enstalasyon deyince de havalı oluyormuş ha.
Orada oluşunun, sözüm ona edebiyat haberleri yapan hiçbir sitede yer almaması neden sence?
Bilmem, yani akademi Almanya’da, Berlin’de. Bilmiyorlardır, olabilir.
Buradaki “şiir otoritelerinin” göremeyip de akademinin sende gördüğü ne var? Çünkü çokça şiir festivalinin yapıldığı bir ülkeyiz, ancak seni pek göremiyoruz buralarda. Türkiye şiirinin birtakım şairler etrafında devam etmesi bir sebep olabilir mi sence?
Aslında gidiyorum, bu sene Çevrimdışı İstanbul’un, Beşiktaş Belediyesi’nin ve Eskişehir’de Haydar abinin yönettiği festivallere davetliydim. Hiç kızgınlık ve sitem içermeden söyleyeyim: Kimi festivallerdeki katılımcılar bile bazen ben şiir okuduktan sonra yanıma gelip kimi güzel sözler söylüyor ve “Seni hiç okumamıştım, benim ayıbım özür dilerim,” diyor. Bunu diyen insanlar ortalama nereden baksan 30 senedir şiirle hasbihal eden kişiler. Ben 15 senedir yazıyorum, 5-6 senedir gerek gazeteler, gerek dergiler ve kitap basımları olsun göz önündeyim bu konuda. Ama okumamışlar, hiç denk gelmemişler. Yani bu bir saat tamircisinin kol saatlerinden bihaber olması gibi bir şey. Fakat dediğim gibi, absürt de olsa tezat da olsa bir yandan da çok insani bir taraf görüyorum ve öfkelenmiyorum buna.
Hayatta kalmaya çalışıyoruz biz bu coğrafyada ve kimse beni bilmek, okumak zorunda falan da değil tabii ki. Binlerce haşmetli yazar, şair var tarihten bugüne. Fakat kendi adıma ve biliyorum ki bana gelip öyle diyen insanların adına da böyledir bu; şiir benim sorumluluğum ve ben bilmek, takip etmek, anlamak ve üzerine kafa yormak zorundayım şiirin. İşin diğer ve benim için asıl güzel tarafı ise bu tür etkinliklerde, imza günlerinde ya da sosyal medyada benimle tanışan, beni okuduğunu söyleyen insanların çoğu 20-30 yaş arası insanlar. Yani mutluyum ki hem kendi hem de benden sonraki kuşakla aramda bir muhabbet oluşabiliyor. Fakat hepsini hepsini bir çırpıda geçiyorum nihayetinde, geçmek zorundayım ve sonunda şuraya varmalıyım; tanık gözlerin fazla önemsenmemesi.
Ve herkesin merak ettiği bir konu ile devam edelim: Yayın yönetmenliğini yaptığın Diri Ozanlar Derneği dergisinin yayın hayatına son verme sebebi neydi? Satışlar mı iyi gitmiyordu?
Açıkçası bu konuyu kimsenin merak ettiğini zannetmiyorum. Biz olay yerine felaketten sonra gelmeyi seven bir toplumuz. Gelip ellerimizi arkada bağlayıp varsayımlar üzerine konuşur, tek tek herkesi suçlar sonra da eve gidip yemeğimizi yer uyuruz. O günlerde neler yaşandığını, adım adım gerçekleşen her şeyi dileyen internette bulur zaten, kayıt altında. Ben de hem dergi hem de o günler ve sonrası için tavrımı birçok şekilde ortaya koydum.
Sermayenin hatrı sayılır isimlerinin sahibi olduğu yayınevleri tarafından kitaplarının basılması için editör tanıdık, arkadaş, eş dost bulabilmek için çırpınan kişiler tarafından dergilerin migros ve benzeri yerlerde satılması sebebiyle göstermiş oldukları tepkiler hakkında ne düşünüyorsun? Ki bu tartışma Diri Ozanlar Derneği yayın hayatına başladığı ilk zamanlar bayağı yüksek tondaydı.
Bir şey düşünmüyorum. Daha doğrusu sergilediğim tavırlar, aksiyonlar ne düşündüğümü zaten gösteriyor. Edebiyatın da sanatın da ortaçağı var. Zaman kavramı katmanlı bir akış halinde olduğu için de o ortaçağ hala devam ediyor birilerinde, bir yerlerde. Sosyal medya da bizi buna daha çok tanık ediyor, sorun değil; benim işime yarıyor, bazı konularda doğruluğumu kanıtlıyor bu meseleler. Çırpınma meselesi ise, hepimiz mütemadiyen su yutuyoruz belki hayatta ama telaşla ve “uzuvlarının” farkında olmadan çırpınırsan belki kısa sürede daha çok efor gösterisi yaparsın ama suyun üstünde kalamazsın. Fizik ne eylerse güzel eyler. Var mıydı böyle bir deyiş? Neyse, benim uzvum yazmak ve yazmanın uzandığı kökler.
Ülkemizdeki okur profili nasıl sence, “Böyle bir şey olabilir mi,” dediğin durumlar yaşıyor musun?
Dediğin durumları yaşamasam yazmaya devam etmezdim. Ben artık kendi okuyucumla ilgileniyorum. Çünkü okuyucu profili de yazar profili de bu ülkenin sadece o bağlamda çözülebilecek bir sorunu değil. Yüzlerce yıllık bir tarihi mesele bence bu. Yerden fışkıran ekini eleştirmek bir şeye yaramaz, toprağı alt üst etmek gerekir.
Kahraman Tazeoğlu’nun en çok satan yazarlar listesinin üçüncü sırasında olması senin için ne ifade ediyor?
Taş parçalarıyla Antik Yunan’ı da inşa edebilirsiniz, günlük kullanım için herkesin gelip geçtiği yolları da. İkisinin arasındaki farklar ise saymakla bitmez tabii. Umurumda değil. Sosyolojik bir mesele, evet, ama bunun çözümü ya da gelişimi diyelim, burada başlayıp bitmiyor.
Yaşayan şairlerimizden birçok kişinin kitaplarının ikinci baskı yapamaması durumunu nasıl değerlendiriyorsun?
Üstteki sorularla bağlantılı sanırım bunun cevabı. Ve bir de başka bir soruna verdiğim “felaket sonrası toplumu” ile ilgili. Yoğun meseleler söz konusu olunca biz ortada bir hareket kalmadığında oraya gideriz. Takdir etmek, hayatı sırtlanan unsurları yaşatma sorumluluğu ya da en basitinden kendimizi var etmek ile ilgili büyük eksiklerimiz var. Kısacası, sorunu cevabı hem yayınevlerinin hem okurların tercih ettiği bir sonuç olarak yaşayan şairlerin çoğunlukla ikinci baskı yapmamasının sebebi yaşıyor olmaları.
Sosyal medya şairliği, şiiri etkiliyor mu?
Hem bir atölye hem kısa süreli hızlı tatmin yeri. Ne sadece iyi ne sadece kötü etkiliyor. Sonuçta etkiliyor ve etkilemeli de. Çağın diline ve aygıtlarına bakmadan ne bugün ne dün ne de yarın anlaşılabilir.
Edebiyatçıların sosyal medyayı aktif olarak kullanmaları okur-yazar ilişkisini nasıl etkiliyor ya da etkiliyor mu?
İkisinin de birbirine ulaşımı artık daha kolay. Yazarı yüreklendirmeye imkan verdiği gibi daha çabuk kırılmasına da zemin hazırlayabiliyor bu. Ama izole kalıp kendini daha çok korumak isteyen yazar bu imkanı yaratmasın, kullanmasın zaten. Okur tarafından ise bence şöyle bir kıymeti var: Bütün basın organlarının tecavüze uğradığı yıllarda sosyal medya üzerinden gencecik insanların birilerine ulaşabilmesi büyük bir nimettir. Onlar karanlıkta kalmıyorlar böylelikle. Bir şekilde insanlara seslenebilen, ulaşabilen sanatçılarla iletişim kurabiliyorlar ve onları kendilerine yakın tutabiliyorlar; sanal da olsa. Esasen epey uzun bir konu bu zihnimde, oturup uzun bir şeyler yazılabilir üzerine ama kısaca konunun, sadece bu açıdan, yarın için bereket getirebilecek bir tarafı olduğunu düşünüyorum.
Günümüz edebiyat çevrelerindeki arkadaşlık-abilik-kardeşlik ilişkileri için ne düşünüyorsun? Samimi buluyor musun? Kendini bir yere, bir gruba ekleme ihtiyacı duyuyor musun? Çünkü bazen bu tip ilişkilenmeler okura kadar yansıyabiliyor, sadece iyi yazmak yetmiyor mu?
Her soru işareti için bir sözcük: Düşünmüyorum, bulmuyorum, duymuyorum. Son soru işareti içinse; iyi yazanlar için iyi yazmak yetmiyor, daha iyisi için zorluyorlar kendi çeperlerini. Sosyal ilişkileri değil… Artık oradaki “iyi” kelimesi açıldıkça açılır, kişinin kendi anlayışına göre. İyi yazmayanlar içinse, ortada bu soru dikiliyor. Ama soru işaretleri olmadan cümle sonlarında. Konu sanat, edebiyat olduğunda ne arkadaş, ne abi, ne kardeş bulunur. Kooperatife giren yazar site yöneticisi olmak için kalemle hesap kitap tutmaya başlar. Tabii bu durumlar da sık sık gözlerimizin önüne serilen tablolar. Sevgi, ilişki falan iyi şeylerdir ama arada samimiyet dışında başka hiçbir iletken materyal bulunmadığında.
Günümüzdeki bazı öykü metinlerinin şiire oldukça yakın mesafede durması için ne düşünüyorsun? Senin düzyazı metinlerinde nerede duruyor şiir? Seni dize ile cümle arasında götürüp getiren ne?
Çok riskli. Şiir muhakkak düzyazıya yedirilebilir, bunun çeşitli yolları var. Fakat düzyazıda fazla şairaneliğe başvurulduğu zaman birbirinin kopyası olan, içimin kaldırmadığı, tahammül edemediğim metinler ortaya çıkıyor. Bugünlerde her ay yazı yayınlayan dergi yazarlarında görülen bir şey bu; al yazıları, imzalarını değiştir, kimse çakmaz. Herkes aynı dilden, aynı aşk sözcüklerinden, aynı arabesk ve popüler cümlelerden bir metin çıkarıyor ortaya. Herkese yavrusu şahin görünür amenna ama ortada bir üretim hele ki kitlelerin önüne bıraktığınız bir üretim varsa çok daha fazlası gerekiyor. Şiirin sözüm ona tanımsızlığına ve “kuralsızlığına” sığınıp düzyazı şarkı sözleri yazmak ne öykü metni oluşturur ne deneme ne başka bir şey. Beni dize ile cümle arasına götüren mahremiyet ve atom. Ben, salt kendime dair değil, ulaşabildiğim en mahrem kazı sonuçlarını, defineleri, tanıklık ettiğim ve bulabildiğim en mahrem soruları şiirde sormuşumdur. Atom da dedim; şiir, düzyazının elini uzatamadığı yere gider ve oradan gelir.
Şiirlerinde, her şeyin yanında aslında sert bir muhalif dilin de var; iktidara kusmuyorsun, şiirini buna hapsetmiyorsun, slogan atmıyorsun ama aynı zamanda bunların hepsini yapmış oluyorsun. Otoriteyi çok sağlam fotoğraflıyorsun, bunun bir matematiği var mı sende?
Teşekkür ederim. Ben iktidara kusmam, ona bağırıp çağırmam, iktidarı muhatap almam ben. İktidarı muhatap aldığın an onun iktidarını güçlendirirsin. Yok saymak demiyorum, slogan atmamak diyorum. Şiirde, edebiyatta, sanatta bunu yaptığın an geçmiş olsun. İktidarın aşil tendonu nedir? Kimi zaman öfke, kimi zaman alay, kimi zaman ciddiyet ve sakinlikle onu tanımlamak, açıklamak, kısacası dediğin gibi fotoğraflamaktır. İktidarı zayıflatmak için onu önce izler sonra fotoğraflar sonra soyar sonra da otopsiye alırsınız. İktidarın ölümü böyle gerçekleşir bana sorarsan. Şimdi diyeceğim ki “iktidarın ölümü” demek, bunu anlatmak da kendi içinde bir iktidar kurmuyor mu? Kuruyor. Ve kendime yönelttiğim bir iktidar silahı olarak da işte böyle yapıyorum; kendi iktidarımı da her yakaladığım an tanımlayıp def ediyorum. Ona, herkes gibi ihtiyaç duyuyorum ve aynı zamanda ondan iğreniyorum. Dengem bu.
İlk kitabın “çok tanrılı sular” ile son kitabın “gece hapları” arasında çok net görülen bir değişim var dilinde; ilk kitabının şiirleri sanki daha yerel ve lirik bir pencereden bakıyor ancak sonraki kitaplarındaki şiirler kendi dilinin de, yerel dertlerin de ve lirizmin de sınırlarını zorlar nitelikte…
İlk kitap ana rahminden kanlı çıkan, temizlenmemiş bir et parçasıydı. Hataları, sakatlıkları, yerel ve fazla lirik yanları vardır. Fakat kimi insanlar da ilk kitabımı diğerlerinden ayrı tutuyor, kanın çiğliği de iyi geliyor bazılarımıza. Biraz Konuşmasak ve Gece Hapları’nda ise ben dilimi aldım kırdım, aldım kırdım, kemiklerini kırdım dilimin. Kaynadı, tekrar kırdım. Fakat dilimi kökten koparmaya, çekmeye yeltenmedim hiçbir zaman. Yoksa saçmalığın kolaylığına düşmekle, bu söylediğim yöntem arasında çok ince ve gıdıklayıcı bir çizgi var.
Çok tanrılı sular’ı yeni bir baskı için hazırlıyor olsan kitaptan çıkarmak istediğin bir şiirin var mı?
Ooo, pis soru bu. Yeni bir baskı için diyorsun… Hiçbirini çıkartmam. Çünkü şu yüzden, çıkartmaya başlarsam o kitap bir daha çıkmaz, istemem yeni baskısını. Fakat artık bir kere çıktı, kendi bağımsızlığına kavuşmuş bir şey, çıksın olduğu gibi tekrar, ziyanı yok. Hepimiz bir rahimden kanlar içinde fırladık nasıl olsa.
“Türkçede dünya şiirinin bir laboratuvarı yaratılmıştır. Çeviriler kötü de olsa, çevirilenlerin çoğu gereksiz de olsa, böyle bir sonuç çıkmıştır ortaya.” diyor Cemal Süreya, şu an sence nasıl bir ilişkimiz var dünya şiiriyle.
Bu soruyu herhalde sıkı şiir okuyucuları, hatta onlardan bile öte, edebiyat çevreleri için soruyorsun, yani “ilişkimiz” derken ki biz onlar sanırım. Yoksa Türkiye’nin dünya şiiriyle bir ilişkisi yok şu an. En meşhur isimlerden birini soralım, Maya Angelou’yu kaç kişi okudu? Edebiyatçılardan, dergilerden, kimi cevval yayınevlerinden öte günümüz dünya şiirine merak salan yok. Halbuki bir coğrafyanın, bir dönemin zihnini anlamak için şiirine bakacaksın. Tabii bizim burada öyle meraklar yok.
“bir aranot düşmek lazımsa; aforizma diye bakma bana okuyucu. Söylenmeye geldim.” diyorsun gece hapları’nda, bu aranot niye?
Kitabı yazarken ara ara bu kitabın bir aforizmalar kitabı olarak görülmesinden korktum açıkçası. Okuyucunun kestirme tanım yapmasına karşı bir ön siper diyelim. Söylendim ben. Herkesin yaptığı gibi.
Gece Hapları şiir kitabından ziyade poetik bir metindi. O yüzden Biraz Konuşmasak için son şiir kitabın diyeceğim… Biraz Konuşmasak’ın üzerinden 3 yıl geçti. Yeni dönem şiirlerinde Biraz Konuşmasak’tan sonra ilerlediğin yolun getirdiği yenilikler var. Ne zaman yeni şiir kitabın?
Durursam ölürüm. Evet, dediğin doğru Biraz Konuşmasak sonrası için. Kaldı ki Biraz Konuşmasak’ı hazırlarken bile o kitaba ben, kitabın yayınlandığı tarihte yazdığım şiirlerden pek azını almışımdır. Onları bir sonraki kitap için tuttum. Kronolojik olarak ilerletiyorum şiir kitaplarımın baskı sırasını. Ben hangi yollardan geçtiysem okuyucu da oradan öyle geçsin. Benim için bu bir tür dürüstlük meselesi.
Yarışmalar, jüriler ve ödüller hakkında ne düşünüyorsun? Cemal Süreya dışında bir ödülün yok sanırım, senin tercihin mi bu yoksa tercih mi edilmiyorsun?
Yarışmalar, ödüller 20’lerindeki insanlar için önemlidir. İsimlerinin duyulmasına, aslında çoktan hak ettikleri saygıyı dergilerden yavaş yavaş anca öyle görmelerine yol açar. Katılsınlar onlar. Ben de o yaşlarda katıldım 5-6 yarışmaya. Bir başka dosyam da iki üç yarışmada övgüye değer bulunmuştu. Ama bir gün, bir yarışmayla ilgili şunu öğrendim; oylama sonucunda 2 dosya kalmış finale. Biri benimki. Fakat bir şair abimiz, orada “Ödülü taşrada olan şaire verelim, taşradaki şiiri yüreklendirelim,” diyor, ödül de ona veriliyor. Şimdi ödül umurumda falan değil şu an artık elbette. Ama o yaşlarda, o dönemde bu iş beni kırmıştı. Şiire dair kırmıştı. Anlatabiliyor muyum? Böyle bir saçmalık olabilir mi? Hem bir kere ne veriyorsun sen oraya, Nobel ödülü mü veriyorsun? Nereden baksan ahmakça.
Şiirin cinsiyeti var mıdır, kadın şair-erkek şair ayrımı yapıyor musun?
Sırf şiir değil, tüm yaratım dalları hermafrodittir. Sırf erkekten de şair olmaz sırf kadından da.
Şair, şiirlerinde neden küfür kullanır?
Küfür de dildir. Kullanılır. Nasıl ki domates diyorsan küfrü de doğru yerde kullanabilirsin. Ama küfür çabuk küflenir çabuk kokar, usta değilsen o işte seni rezil eder.
“Şair ilk önce hasta biri sonra lanetli biri sonra da bilge birisi olur. Şair, duyguları altüst eden ve baş dönmelerini zapteden kişidir’’ diyor Rimbaud, bu zamanda ve sende nedir durum?
Bu cümle üzerinden farklı bir yorum geliştirilmez bence. Rimbaud tamamen doğru söylemiş. Şairi tanımlarken hem duyulara, duygulara, algılara hem de düşünceye, fikre değinim var bu cümlelerde. Farklı farklı boyutları var bu cümlenin. Ve hepsi de sonsuza dek doğru.
“Bir devrim nerden başlar?”
Tutuyorum kendimi, bu sorumu açıklamayacağım. Soru olarak kalsın bu cümle.