Geçtiğimiz günlerde 1. Tenedos Tiyatro Festivali’ne katıldım. Atölyelerden birine konuk sanatçı olarak katılan oyuncu Hülya Gülşen ile bu vesileyle bir araya geldik ve sanat dolu bir sohbet gerçekleştirdik.
Oynadığın oyunlardan bize biraz bahsedebilir misin?
Bu sene oynadığım yeni bir oyun yok aslında. Dört sezondur devam etmekte olan “Giydirici” isimli oyunum ve Devlet Tiyatrosu’nda iki sezonunu tamamlamış olan “Aile Sırları” oyunum var. Bu yıl bir de değişik bir şey yaptım ve Tiyatro Pangar’da bu sefer biraz perde arkasında çalışarak idarecilik deneyimi edindim. Hedda Gabler’i sahneye koyduk. Ben oynamadım. Kast, prodüksiyon, dekor, oyunun diğer ihtiyaçlarıyla ilgilenip, gerekli bağlantıları kurdum.
Perde arkasında olmak nasıldı?
O da heyecan verici. Bir de denemek istedim. Tiyatronun her yerinde olmak istedim. Zor bir iş olmasına rağmen çok keyifli bir iş. Sahnede olmak tabiki çok daha heyecanlı bir iş. İdarecilikte ise sadece kendi heyecanımı değil hepsinin heyecanını yaşamış oldum. Benim anaç bir yanım da vardır. Yavrularımın heyecanını üstlenmişim gibi hissettim.
Hedda Gabler’den bahsedebilir miyiz biraz?
Hedda Gabler bir kadın hikayesi olduğu için tabiki beni çok etkileyen bir oyun. Ibsen zaten çok önemli bir yazar. Ben daha önce Ibsen oynamadım bu arada. Oynamak isterim ama yaşım o kadar izin vermiyor artık.
Ben bunu yazmam.
Ama doğru. Ibsen’in bu oyununa geri dönersek bir can sıkıntısının tragedyası aslında. Hedda’yı Demet Evgar oynuyor. Oyunu hocam Mehmet Birkiye yönetti. Kadrosu da çok güzel.
Hedda’da kendinden bulduğun taraflar var mı?
Hedda’nın hikayesi ile özdeşleşmek zor bence. Çünkü o dönemin de insanı olmak gerekiyor. O dönemle bu dönemin dertleri aynı mı? Evet kadın erkek eşitsizliği ile ilgili benzerlikler hala var ama o dönem yine de o kadar farklı ki… Yani kendimden bulmak değil ama bir kadın olarak Hedda’ya hak veriyorum.
Giydirici’den biraz bahsedebilir miyiz?
Giydirici çok tatlı bir oyun. Şu açıdan tatlı. Tiyatronun mutfağını anlatan bir oyun. Hem seyirci böyle şeyleri seviyor, hem de biz böyle şeyleri seviyoruz. İkinci Dünya Savaşı esnasında savaşa rağmen oynamaya devam eden bir kumpanyanın hikayesi. Oradaki bir giydiricinin hikayesi. Ben de orada tiyatronun sahibi bir leydiyi oynuyorum. Çok güzel bir ekibimiz var ve ekipçe çok severek oynuyoruz. Seyirci de bizi çok sevdi. Dört sezondur kapalı gişe gidiyoruz. Bu gidişle daha da oynarız gibi geliyor bana.
Peki Aile Sırları’ndan biraz bahsetsek?
Aile Sırları da çok sevdiğim bir oyun. Şimdilik teknik sebeplerden ötürü bir ara verme durumumuz var.
Tiyatroyu nasıl seçmiştin?
Aslında hikayem şöyle: Sanıyorum annem şehirde yaşasaydı oyuncu olurdu. Annem çok yetenekliydi ve gerçekten oyuncu olmayı çok istemiş. Bendeki ışığı görür görmez de beni yönlendirdi. Ben kendisine hep şükran borçluyum bu konuda. Çünkü harika bir ilkokul öğretmenim vardı. Biraz lider bir tiptim. Her şeyi oynamak istiyordum. Bir anda babamın asker kıyafetlerini giyip kendimi erkek kılığına da sokuyordum, savaşta oğlu ölen bir kadınmışımcasına ağıt da yakıyordum. Hele annemin misafiri biraz kalabalık olsa hemen kendi yazdığımı onlara oynamaya başlıyordum. Her türlü role bürünüyordum. Hem ilkokul öğretmenim hem de annem gerçekten çok destek oldular. Ben daha orta ikideyken annem beni tiyatro kursuna yazdırmış. Bana geldi bunu söyledi çok mutlu oldum. Orada o gün Halk Eğitim’in büyük oyuncuları bir oyun oynayacaklarmış ve küçük bir kıza bakıyorlarmış. Ama küçük kız çocuğun rolü başrol. Bana, o zamanlar audition demiyorduk, (gülüyor.) “Bir deneyelim seni.” dediler, ben de elimden geleni ardıma koymadım ve ne yapabiliyorsam yaptım. Böylece ilk deneyimim büyüklerle birlikte başrol oynadığım bir oyun oldu ve ben Eskişehir’de halka açık oynamaya başladım. Zaten bir kere girince kanıma bir daha da çıkmadı hayatımdan. Bir seneliğine Eskişehir’e taşındık. Ardından da o sene annem beni elimden tuttu, konservatuvarın sınavlarına hazırladı ve ben kazanarak Ankara’da eğitimime başladım. 37 yıldır da sahnedeyim.
Yazıyor musun?
Daha gençken yazma konusunda bir hevesim vardı. Hatta festivalde oyun yazma atölyesine katılınca o hevesim tekrar canlandı. Bir niyetlendim. Çünkü eskiden beri yazar arkadaşlarım bana “Sen yazmalısın.” der. Ama ben yazmaya kalktığımda hep çok zorlanırım ve “Ben sadece anlatabiliyorum.” diye düşünürüm hep. Kısacası yazar olmayı hep çok isterdim ama kendimde o kadar yüksek bir kabiliyet görmüyorum diyebilirim. Ama bir gün yazacağım.
En sevdiğin yazar kim peki?
Shakespeare. Çünkü hiç eskimeyen bir yazar. Tek üzüldüğüm bu güne dek hiçbir Shakespeare karakterini sahnede seyirciye oynamadım. Sınavlarda tabiki oynadım ama gerçek bir oyunun yerini tutmuyor tabi.
İyi bir okur musun?
Evet ama son on yıldır okuma konusunda biraz zayıflaştım. Daha çok izliyorum. Aslında bu bir yerde hoşuma da gidiyor. Çünkü bu süreçte iyi bir seyirci de olmaya başladım. Ama bir yandan işimle ilgili çok yoğun çalıştığım için daha çok oyun ve senaryo da okuyorum.
Edebiyat ve tiyatro iç içe de geçiyor sonuçta!
Tabii. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan gibi birşey bu.
Yanındaki kindle’da neler var?
Oğuz Atay var, Agatha Christie var, Ursula Le Guin var.
Ursula Le Guin sahnelense nasıl olur?
Bazı şeyler hayal gücümüzde de kalabilir bence. Zaten sahnelenmesi biraz zor ama diğer taraftan neden olmasın!
Son sorum başucunda ne var?
Başucumda da kindle’m var. (Gülüyor.)