Kapağında bir ödül aldığını söyleyen ya da herhangi bir ödüle aday gösterildiğini söyleyen her kitabı merakla inceliyorum, ona bu ödülü kazandıran ne olabilir görmek istiyorum satırlarda. Tavan Arasındaki Buda‘nın National Book Award finalisti olduğunu görünce, her ne kadar bunun sadece bir pazarlama stratejisi olabilme ihtimalinin farkında olsam da merak edip aldım.
Belli başlı karakterler ve belli başlı olaylar üzerinden yürümeyen bir kitap, Tavan Arasındaki Buda. Makato ya da Midori ya da bir başka kadının hikâyesi, kimin olduğunun pek bir önemi yok, ama olanların önemi var.
Bir grup genç kızın Japonya’dan Amerika’ya gönderilmeleriyle başlıyor her şey; ellerinde mektuplar, fotoğraflar var, kendilerinden önce Japonya’ya göçmüş adamlarla evlenmeye Amerikan rüyasını yaşamaya hevesle geliyorlar çünkü eğer ülkelerinde kalacak olsalar tarlada işçi olacaklar belki de ama burada evlerinde hanım olacaklar, fakat mektupları asıl yazanlar yerine yaşlı, tarla işçileriyle karşılaşıyorlar genelde ve yine de kaderlerine boyun eğiyorlar, boyun eğmek zorundalar çünkü “Eve dönersen, diye yazmıştı babalarımız, tüm ailenin onurunu lekelersin. Eve dönersen başka hiçbir erkek almaz seni. Bu yüzden kocalarımızla Japon mahallesinde kaldık ve vaktinden önce yaşlandık.”
Roman kategorisinde yer alsa da gerçek hikâyelere dayanıyor Tavan Arasındaki Buda, ilk paragraftan başlayarak kendine özgü bir anlatımı var yazarın, Japon’lara has bir olgunlukla anlatıyor yaşanan acıları ama yine de bir kadın olarak bazılarını hazmedemiyorum, öfkeleniyorum.
Sonra kitap kadınların hikâyelerinden göç edenlerin yani istenmeyenlerin hikâyelerine dönüyor. “Amerikalılardan daha vahşi bir kabile var mıdır?” diye soruyor bir karakterin ağzından yazar. “Korkarım ruhum öldü benim” diyor içlerinden bir başkası. “Annelerimize yazmayı bıraktık. Kilo kaybedip inceldik. Kanamamız durdu. Rüyalarımız bitti. İstemekten vazgeçtik. Sadece ve sadece çalıştık.”
Zamanla Japon mahallesinde kendilerine göre bir hayat kuruyorlar, çocuklar ve gençler var artık aralarında, isimlerini değiştiren, onlar gibi yaşamaya ebeveynlerinden daha hevesli, aynı okullara gidiyor çocuklar, biraz daha alışmışlar artık, ilk zamanlar kabullenemedikleri o yaşlı adamlara bile, ama savaş çıkıyor.
Çalışkanlıklarından dolayı onu öven, seven patronlarının bile gözünde hainler artık. Yabancılıkları daha çok yüzlerine çarpılıyor.
Tutuklanan, götürülen erkekler var, sessizce sıranın kendisine geleceğini bekleyenler, masum olmalarına rağmen, daha önce yanlış bir şey söyleyip söylemediğinden emin olanlar. Yanlış anlaşılabilecek her şeyi yok ediyorlar, daha çok İngilizce konuşuyorlar, daha çok Amerikan oluyorlar ama yetmiyor.
Son güne kadar çalışarak, arkadaşlarında ödenmemiş fatura bırakmayarak ama yine de geri dönme umudu taşıyarak, istemleri dışında geri gönderiliyor, gitmekten korktukları, köklerinin bulunduğu topraklara, yaşadıkları yere hainlik yaptıkları gerekçesiyle hem de. Onları seven komşuları, onlarla ticaretten memnun müşterileri ya da evlerinde çalıştıkları patronları kimse onların hain olmadığını söylemiyor, sessizce gidiyorlar.
Dedim ya bu kitapta yalnızca Çisuka’nın hikâyesi yok, burada binlerin hikâyesi var ve bu kısa kitapta bir çoğuna başarıyla yer verilmiş, insanın yüreğinde bir yerler dokunacak şekilde üstelik.
Sırf bu yüzden bile okumak lâzım, belki ülkemizdeki göçmenlerin hâlinden de anlarız biraz.