Öncelikle Türk Edebiyatı’nda derginin çıktığı noktaya yüzeysel olarak değinmek istiyorum. Bizim edebiyatımızda dergicilik 19. yüzyıla dayanıyor. Belki de öncesinde türlü gazetelerde ilk edebiyat çevirilerinin yayınlanması, makalelerin gazeteler aracılığıyla halka ulaştırılması dergi yolunu açıyor. İlk dergiler iki amaçla ortaya çıkıyor, öncelikle yoğun bir baskı dönemi mevcut. O dönemin aydınları, halkı aydınlatmak zorunda. Toplumsal baskının önünde durulması, boyun eğilmemesi gerektiği aşılanmak zorunda. En iyi nasıl halka ulaşabilir sanatçı, yayımcılık ile. Klişe olacak ama en net ifadesiyle “Sanat, toplum içindir.” mantığı hâkim ve bu yolda gazeteler de dergiler de düşünceleri aktarmada bir araç. Diğer bir amaç ise tamamen bu amaca ters de düşse, kaynağını yine hükümetin baskı sürecinden alıyor. Hükümetin baskısını gören edebiyatçılarımız, sürgün edilmemek adına toplumu yapıtlarından çıkarıp diğer bir klişe olan “Sanat, sanat içindir.” anlayışına dönüyor ve kendi refahlarını edebiyatta buluyorlar. Böylece ilk edebiyat dergilerimiz çıkıyor.
Konuya dönecek olursak Ali Oktay “Popüler Dergilere Karşı Gelmenin Yükselişi, Söylenmenin Gücü” başlığı ile kaleme aldığı kritikte Ot, Kafa, Bavul vb. dergilere karşı gelenleri, düşünmeye davet ediyor ve bir nevi ortak bir tartışmanın da başını çekiyor. Gezi eylemlerinde Ot derginin ortaya koyduğu tavır ile yaygınlaşması tirajlarda ortak bir yükseliş yarattı. Ki takip eden üç yılda Ot ve türevi dergiler ( Kafa, Bavul, Fil ) çıktığı gibi, bunların karşısında diklenen “ana akıma karşı edebiyat”,“sokak edebiyatı” gibi sloganlarıyla bize gelen dergiler de oluşmaya başladı. Velhasıl kelam şuan baktığımızda belki yüzlerce amatör dergi oluştu. Popüler dergileri eleştiren kesime baktığımızda, sağlam bir okurdan yahut gerçekten edebiyata tutkun insanlardan bahsedemeyiz. Bu eleştirinin, karşı gelişin başını çekenler daha çok türlü dergileri yürüten ve o dergilerde yazan isimler. Zaten belki bu yüzden ki, bu eleştiriler yalın bir eleştiri olarak kalıp öteye geçemiyor.
Ziyadesinde, edebiyat dergiciliğinde bir çeteleşme hâkim. Aynı şeyi savunan insanlar, karşı durdukları söylemlerin ve insanların üzerine hep beraber yürüyor ve fütursuzca eleştiriyor, ancak kesinlikle ötesi yok. Bunu özellikle amatör dergi gruplarında görüyoruz. Ali Oktay’ın da bahsettiği gibi Ot, Bavul, Kafa gibi dergileri çete mantığıyla alaşağı etmek, sadece alaşağı edip yeni bir söylev oluşturamamak bu noktada yanlış olandır. Bir argümanı çürütmek istiyorsanız, yeni bir çözüm öneriniz de olmalı. Bu geçmişte bilim adamları arasında dahi bu türden bir ciddiyetle ilerliyorken, şimdi salt çürütme düzeyi havada kalıyor, tutunamıyor ve okur tutunduğu yavan dalı bırakmıyor. 1950’li yıllara bakalım, edebiyat dergiciliği zirvesini yaşıyor. Bunun yanında “edebiyat dergisi incelemeleri ve eleştirisi” ayrı bir tür olarak ele alınıyor. Dergilerde “Dergiler Arasında” diye müthiş bir köşe ayrılıyor. Bırakın çete sistemini, bu üslupsuz tavırları yazarlar birbirini eleştirmek ve aynı konuda kendi doğrularını öne sürmek için deli divane… Hatta Memet Fuat bir yazısında şöyle anlatıyor bu bölümleri:
“1950’lerde yazın dergilerinin aşağı yukarı hepsinde ‘dergilerde’, ‘dergiler arasında’ gibi üst başlıklarla sunulan bölümler olurdu. Bu bölümlerde değinme nitelikli eleştirilerin yer alması tartışmalara yol açardı. İlkin bu bölümleri okuduğumuz, salt bu bölümleri için aldığımız dergiler vardı. Örnekse, bilimsel incelemeler yayımlayan, ağırbaşlı, donuk ‘Türk Dili’ dergisini Nurullah Ataç’ın ‘Dergilerde’ bölümü için alırdık. Sanırım öbür dergileri benzer bölümler açmaya yönlendiren de salt bu bölümüyle bilimsel bir derginin okurlarından gördüğü olmuştu.” Sonuca gelecek olursak aslında Ali Oktay bizi, biz dahi farkında olmadan bir sorgulama sürecine girdirdi. Sorgulamadan da ziyade bir arayış diyebiliriz. Çete halinde yanlış olanı eleştirip durmaktan daha mühim bir sürece.. Şimdi asıl mesele bu tartışmayı layığı ile sürdürebilmekte.
Yazan kimliğimle değil ancak okur kimliğimle bu konudaki naçizane fikirlerim şunlardır; Öncelikle dergilerdeki en büyük eksikliği bugün en geniş tanımıyla “canlılılık” kavramının olmayışı olarak görüyorum. Sürekli aynı şeyler yazılıyor, aynı dil düzeni sürüyor, aynı insanlar aynı kalıplarla benzer acıları dillendiriyor. Varlık, Birikim, Socrates vb. dergiler bizlere bir şey katmaya devam da etse, içindeki gruplaşmadan bir an olsun başını kaldırıp çevresine bakamıyor, olduğu yerde kendi künyesiyle meşgule olup gidiyor. Ot vb dergiler “fakir edebiyatı” yapmaya devam ederken, Karahindiba, Öykülem gibi dergiler de artık alışılmışın dışında bir şey sunamıyor. Buna rağmen iyi yazarlar maymunu oynarken, bu süreç ile yeni yeni yüzleşmeye başlayanlar da amatör dergilerden başkası değil. Öykülem dergisi İlkbahar 4. sayısında hakiki bir kritiğe imza attı mesela. Yine Karahindiba son sayısında mail sistemi ile sürmüş bir tartışma sundu bizlere. Bu şekilde güncel edebiyata olan eleştiri bizler arasında da ilk demlerini vermeye başladı denebilir.
Notos dergisinde yayımlanmış olan ve Oğuz Tecimen’in çevirisini yaptığı Lars Iyer kritiğinden bir alıntı yaparak devam edeyim; “Önceleri Edebiyat ne idi? Diderot’nun, Rimbaud’nun, Walser’in, Gogol’ün, Hamsun’un, Bataille’ın, en çok da Kafka’nın edebiyatıydı: devrimci ve trajikti, peygamberane ve münzeviydi, ölüm sonrası doğardı, uyumsuzdu, radikal ve paradoksaldı, kâhinler ve yabancılar için bir meskendi, muhalif ve tutkuluydu, kopma ve değiştirme peşindeydi, tasvir etme peşindeydi, evet, ama tasvir ederken paramparça etme peşindeydi, içeri bakan kültürün dışındaydı, dışarı bakan kültürün içindeydi. Bu ruhu taşıyan eserler artık yok. Daha doğrusu, hâlâ var ama ancak eski formların parodisi olarak. Edebiyat kendinin pandomimi haline geldi; ucuz hisse senedi gibi alınıp satılan sonsuz küçük birimleriyle, kültürel anlam ve önemi yüksek enflasyona uğradı.”
Lars Iyer şu anki durumun varlığını bu sözlerle açıklıyor. Muhalif olmaktan ve tutkudan bahsediyor. Trajik bir edebiyata dikkat çekiyor. Edebiyatın kopma ve değiştirme peşinde olduğundan bahsediyor. Ki bu duruma en iyi örneği Ali Oktay yazısında veriyor, aynı dönemde yaşayan Muallim Naci ve Namık Kemal… Bize de bu denli bir arayış gerekiyor. Aramak ve bulmak. Sürekli bir fikir alışverişi içinde olmak. Çeteleşmek yerine tüm haşır neşirliğimize rağmen yeri geldi mi muhalif de olmak. Kalıpsal beğenileri ve alışılmış eleştirileri yenmek gerekiyor. Orhan Veli’nin yanında Oktay Rifat gerekiyor, Attila İlhan’ın yanında Behçet Aysan gerekiyor, Necip Fazıl Kısakürek’in yanında Rasim Özdenören… Yazarın sorumluluğundan bahsetmek gerekiyor. Bu atışmalar kadar, Nurullah Ataç, Berna Moran, Ahmet İnam kuramları da gerekiyor. Çağa ve akışa karşı durmak zor geldiği için usta yazarlar dahi kendini suya bırakmıştır. Bugün Yekta Kopan’ın Fildişi Karası kitabından Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri kitabına kayışı, İskender Pala’nın ilk eserleri ile şuan ellerde dolaşan eserlerinin ayrımı ve hatta Ahmet Ümit’in Çıplak Ayaklıydı Gece kitabından ideolojik olarak bir sapma yaşayarak Bab-ı Esrar’ı kaleme alışı dahi bu sürece dâhildir.
Tüm bunların yanında, “yazar, okurdan az, okursa niteliksiz” diye yakınmanın munzur refahı içindeyiz. Öncelikle toplumsal bir çöküş içinde olduğumuzun unutulması okur azlığını da tetikliyor bana kalırsa. Günümüz öykücülerini okuduğumda kendimi mutlu ve güneşli bir Fransa sabahına uyanmış gibi hissediyorum. Bu yönüyle Tanzimat ikinci dönem sanatçılarına yaklaşıyor günümüz pervasızları. Oturulan yerden “yeni word belgesi” tuşuyla oluşturulan öyküler çıktıkları coğrafyanın şuan en büyük acısının yaşandığı Doğu’yu, her gün bomba sesleri ile uykuları bölünen Kilis’i, yanı başında her gün dümdüz edilen Suriye’yi konu almayıp elinin tersiyle ittikçe, olmayan güneşli günleri eserlerine dayattıkça okurun azlığından ve var olan okurun niteliksizliğinden bahsetmeleri hakları değildir. Bunun da yanında edebiyat toplumla yoğrulmadıkça, yazın adına eserler ortaya koyanlar salt yazın üzerine çalışıp yan dalları olması gereken felsefe, psikoloji ve sosyolojiye eğilmedikçe bu karanlıktan çıkmamız mümkün değildir. Toplum psikolojisini insana indirgemeden günümüz toplumunun anlaşılması imkânsızdır. Kendi var oluşunun argümanları içinde kavrulmayan bir yazarınsa bu yola girişmesi zaten pek manidar değildir. Okuru geliştirecek ve nitelik kazandıracak olan bu yüzden bir anlamda yazardır. Okurun sorumluluğuna gelecek olursak, o yazarın sorumluluğundan daha az değildir.
Bu karanlıktan çıkmanın tarihi tekerrüre dayanacak olan bir çözümü de bence akşam toplantıları, ev buluşmalarıdır. Teknolojinin bizi yendiği, tüketim topluluğu haline getirdiği şu çağda bir masaya oturtun bakalım bizleri, edebiyatın şu anki ahvalini kendine dert edinmişleri… Tartışın hınca hınç… Fütursuzca herkes eleştirsin bakalım birbirini. O onun fikrini dinlesin, o diğerinin. Menfaat ilişkileri gözetilmeksizin, kalıpların dışına çıkılarak değerlendirilsin edebiyat ve edebiyat dergiciliği. Yeni çağdaki bu yazın karanlığı. Dört yanı duvar olan bir hapishanenin içinden attığımız çift satırlık şiirler, o masada haykırasıya okunsun bakalım. Gerçekten mi güllük gülistanlık edebiyat? Anlaşılsın. Klavye değil, dil konuşsun. Dijital ortamlarda gerçekleşen tartışmalarda bahsi geçen konulardaki eksik bilgileri Google üzerinden tamamlıyorken, masadayken, yüz yüzeyken bilgiler kapıştırılsın. Çözüm aransın, bulunsun. Naçizane fikrim bundan başkasıyla mümkün değildir. Farklı şehirlerdeki şair mektuplaşmalarında dönen kritiklerin yerini alabilir mi, maildeki karaktersiz yazı biçimleri ile yapılan tartışmalar… Anla bakalım anlayabiliyorsan yazı biçiminden ne kadar önem verdiğini, aceleye getirip getirmediğini, başından atmak namına sıralı cümleleri dizmediğini. Eğer edebiyatta yeni bir ses aranmalı ise bu ancak tekerrürü sağlanacak olan mektuplar, toplantılar, buluşmalar ile mümkündür. Bundan gayrısı oturulan yerden teorik tasvir parçalamalarından öteye gitmeyecektir.
Cahit Zarifoğlu’nun da söylediği gibi: “Bugün, bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün bu karanlığı yeneceğiz. “
Ama nasıl?
Tartışmanın devamının gelmesi dileğiyle.
2 yorumlar
Popüler edebiyat dergilerini hem günümüzün diğer edebi dergileriyle, hem de eskinin dergileriyle kıyaslayarak, enfes bir yazı yazmışsınız. Bu yazının içerisinden bir cümleyi çekip, onu eleştirmeye çalışmak değil niyetim ama birazdan alıntılayacağım cümlenin, tartışmanın düsturunu belirleyen cümlelerden biri olduğunu düşündüğüm için önem veriyorum. Ot ve benzeri dergileri çete mantığıyla, fütursuzca eleştirenlere “Bir argümanı çürütmek istiyorsanız, yeni bir çözüm öneriniz de olmalı.” diyerek karşı çıkıyorsunuz. Şahsi fikrimce bu, iki noktada çok talihsiz bir cümle (ve yazının içinde bir nazar boncuğu) olmuş.
Birincisi, bizzat lafız ile alakalı. “Argüman” ve “çürütmek” kelimeleri çok yanlış bir yerde kullanılmış, bu yüzden bir kavram kargaşası yaratıyor. Ot ve benzeri dergileri eleştirmek ya da “alaşağı” etmek, bir argümanı çürütmek değildir, zira ortada bir argüman değil, bir nesne ya da bir olgu vardır. “popüler edebiyat dergisi” nesnesi ya da “Ot ve benzeri dergilerin popürleşmesi” olgusu bir argüman olarak adlandırılamazlar. Tahminimce, şöyle söylemek istemişsiniz (yanlışım varsa lütfen düzeltin): “Bir boşluğu dolduran bir kavramı ya da varlığı eleştirmek için, o boşluğu dolduracak alternatif bir fikirle gelmelisiniz.”
Burada da ikinci sorun ortaya çıkıyor. Yanlışı, hatayı, eksiği tespit etmek; her zaman peşi sıra bir çözüm önerisini getirmek zorunda değildir. Tedavisi henüz bulunmamış bir hastalığı tespit eden bir doktor yahut bilim insanına, “Tedavisini bulamadığın, sunamadığın, öneremediğin bir eksikliği/bozukluğu neden tespit ediyorsun?” gibi bir çıkışla karşılık vermek ne kadar abes ise, toplumsal ve/veya edebi konularda “Karşı çıktığın konuda, çözüm önerin yoksa, söylediklerinin kıymeti harbiyesi olmaz” demek de aynı şekilde abestir.
Doyurucu bir yazı olmuş, ellerinize sağlık, çalışmalarınızın devamını bekliyoruz.