Vincent ne kadar iyilik bilmez, güvenilmez ve dengesiz olursa olsun onun bu yaşamdaki en büyük desteği erkek kardeşi Theo olmuştur, sanatçının düşünce yapısı ve inançları hakkında bilinenlerin büyük bir kısmı için temel oluşturansa bu mektuplardır. Theo, kardeşine hem finansal hem de duygusal yönden destek sağlamıştır. Onların hayat boyu süren dostlukları ve Van Gogh’un sanat ile ilgili bilinen düşünce ve teorilerinin büyük bir çoğunluğu, iki kardeşin 1872 ila 1890 yılları arasında birbirlerine gönderdikleri yüzlerce mektupta kaydolmuştur: 600’den fazla mektup Vincent’tan Theo’ya, 40 adet mektup Theo’dan Vincent’a…
Daha sonradan kitaplaştırılan bu mektup serisinden iki tanesini Vincent van Gogh’un ölüm yıldönümünde Ne Okuyorum? okurları için seçtik.
1.Mektup:
Theo’ya!
Tasasız olmak, günün birinde parasızlıktan kurtulacağını ummak, ham hayal!
Ben yiyip içmemi ve atölyemde rahatımı sağlayacak bir ücret için ömür boyu alışabilsem, mutlu sayardım kendimi.Ama bir daha söylüyorum ki; ister Pont Aven’da, ister Arles’da olsun, yerleşeceğim yer vız gelir, ne var ki belli bir atölye kurmak ve herhangi bir otel ya da pansiyonda değil de kendi atölyemde yatmak noktasında direneceğim. Gaugin’le bana bu iyiliği yapar ve ikimizi böyle bir yere yerleşebilecek duruma getirirsen, yalnız şunu söyleyeyim ki, pansiyonculardan kurtulmak için bu fırsattan faydalanmazsak, sen bütün paranı boşuna harcamış olursun, biz de parasızlık sıkıntısına karşı koymak için tek çareyi yitirmiş oluruz.
Korkarım ki çok güzel bir kadın modeli kaçırdım: gelmeye söz vermişti, ama sonra yolsuzlukla para kazanmış – öyle diyorlar- ve daha iyi iş bulmuş.
Oysa harika idi, bakışı Delacroix gibi ve tuhaf ilkel bir davranış. Sabırla karşılıyorum bu işleri, başka çarem olmadığı için, ama modellerle boyuna olan bu aksilikler sıkıyor insanı. Bu günlerde zakkumlarla bir etüt yapmayı umuyorum. İnsan Bouguereau gibi dümdüz resim yapsa, adamlar modellik yapmaktan utanmazlardı, ama benim tarzım modelleri kaçırdı sanıyorum, yaptıklarımı «kötü» buluyorlar üstüne bir sürü boya sürülmüş tablolar diyorlardı.
Böyle olunca sayın yosmalar kendilerine lâf gelir ve portreleri alay konusu olur diye korkuyorlar. Elâlem daha iyi niyetli olsa bir şeyler yapabileceğini duyup da yapamamaktan nerdeyse umutsuzluğa düşecek insan. La Fontaine’in tilkisi gibi «bu üzümler koruk» demeye katlanamıyorum, daha çok modelim olmadığına üzülüp duruyorum.
Neyse sabırlı olmalı ve başkalarını bulmaya çalışmalı.
Daha gençken, kendimizi bu işe büsbütün vermekle geçimimizi sağlayacağımızı umduksa da, bugün gitgide şüpheli oluyor bu iş, Bunu son mektubumda Gauguin’e de yazdım: “Bouguereau gibi resim yapabilirsen” dedim, “o zaman para kazanmayı umabilirsin, ama halk hiç değişmeyecek, yalnız tatlı ve dümdüz şeyleri sever o. Daha dik köşeli bir sanatla geçim sağlamayı hesaplamamalı; empresyonist resimleri anlayabilen ve sevebilen akıllı insanların çoğu resim satın alabilecek kadar zengin değildir bugün, yarın da olmayacaktır”
G. ya da ben bu yüzden daha az mı çalışacağız?
Hayır, ama yoksulluğu ve toplumun içinde yalnızlığı bile bile kabul etmek zorunda kalacağız. İlk işimiz hayatın en ucuz olduğu yere yerleşmek olmalıdır. Ama bir gün başarı kazanırsak ne âlâ, bir gün ferahlarsak ne âlâ!
Zola’nın eserinde bana en yakın gelen tip Bongrandt-Jundt’tur.
Bak söylediği ne doğru: «Cahiller, sanatçı sanatını kabul ettirip ün kazandıktan sonra rahata erer mi sanıyorsunuz? Tam tersine, kusursuz olmayan bir eser veremez artık.
Kazandığı ün onu daha da titiz çalışmaya zorlar, çünkü satış olanakları gittikçe azalmaktadır. En ufak bir zaaf belirtisinde onu kıskananlar bir köpek sürüsü gibi üstüne saldırıp bu ünü ve değişken, kalleş halkın bir an için ona beslediği inancı yıkmaya çalışırlar.»
Carlyle’in sözleri daha da acıdır: «Brezilya’da bulunan ateş böceklerini bilirsiniz, bunlar o kadar parlarmış ki kadınlar geceleri iğnelerle saç tuvaletlerine takarlarmış onları. Ün de güzel bir şey, ama iğne ateş böceklerine ne ise, ün de sanatçıya odur.»
«Ün kazanmak, parlamak isterken: ne istediğimizi iyice biliyor musunuz?»
Oysa ben tiksinirim patırtılı gürültülü başarılardan, empresyonistlerin kutladıkları bayram günlerinin ertesi günlerinden ürkerim ve belki bugünün güçlükleri ilerde bize «geçmiş güzel günler» gibi görünecektir derim.
Gauguin de ben de bunu öngörmeliyiz; üstümüzde bir çatı bulunsun, yatacak bir yerimiz olsun, kısacası.
Ömrümüz boyunca sürüp gidecek olan başarısızlığa karşı koymak için ne lâzımsa onu sağlamaya ve en ucuz yerde yerleşmeye bakmalıyız. Ancak o zaman hiç satmasak da, az satsak da çok eser vermemizi sağlayacak huzura kavuşabiliriz.
Şu sonuca varıyorum ki; biz keşişler ya da tariki dünyalar gibi yaşamalıyız, tek tutkumuz çalışmamız olmalı, refahtan vazgeçmeliyiz.
Tabiatı ve güzel havası… Güneyin üstünlüğü işte burada.
Ama Gauguin’in Paris savaşından vazgeçeceğini hiç sanmam, ona yürekten bağlı ve sürekli bir başarıya inanıyor benden çok.
Ben de biraz inansam fena olmazdı. Tersine, belki fazla umutsuzluğa düşüyorum ben. Dokunmayalım bu kuruntusuna… ama bilelim ki; en çok gereksindiği şeyler bir konut, günlük ekmeği ve boyasıdır. Bunları sağlama bağlamadığı için zayıftır ve şimdiden borca girdiği içindir ki önceden batmıştır denebilir.
Biz onun yardımına koşmakla Paris’teki zaferini mümkün kılıyoruz demektir.Onun gibi ihtiraslarım olsaydı, anlaşamazdık herhalde. Ama benim başarıma, mutluluğuma önem verdiğim yok.Ben empresyonistlerin güçlü çabalarının sürekliliğine, bir de başlarını sokacak bir yerle her gün bir parça ekmek bulmaları konusuna önem veriyorum.
Ve ben iki kişinin yaşayabileceği parayı tek başıma harcıyorum diye suçlu sayıyorum kendimi.
İnsan ressam oldu mu, adı ya deliye ya da zengine çıkar; bir bardak süte bir frank, bir dilim yağlı ekmeğe iki frank ödetirler size, tablolarsa hiç satılmaz.
Onun içindir ki Hollanda’nın çalılık bölgelerinde yaşayan eski keşişlerimiz gibi ortaklaşa bir hayat sürmekteyiz.
Ama görüyorum ki Gauguin başarı umuyor, Paris’ten vazgeçemez olmuş, geçim sıkıntısının sonsuz olabileceğini hesaba katmıyor. Bu durumda burada kalmak ya da başka bir yere gitmek vız gelir bana. Bırakmalı istediği gibi savaşsın, savaşı kazanır belki. Paris’ten çok uzaklaşırsa, atalete uğramış duyar belki kendini, ama biz başarı ya da başarısızlığa karşı tam bir ilgisizlik içinde olalım.
Tuvallerimi imzalamaya başlamıştım, ama çabucak vazgeçtim, budalaca geldi bana. Bir deniz manzarasının üstüne koca bir kırmızı imza attım, çünkü yeşilin ortasında bir kırmızı olsun istiyordum. Neyse göreceksin yakında. Hafta sonu biraz güç olacak, onun için mektubunu bir gün sonra değil de bir gün önce almak umudundayım.
2. Mektup:
Yakında Patience Escalier efendiyle tanışacaksın: elinde tarla çapası olan, eskiden Camargue’da çobanlık etmiş, şimdi de bir Crau çiftliğinde bahçıvanlık yapan adamın biri.
O resime bakarak çizdiğim deseni ve Postacı Rouleau’nun portresine göre yapılmış bir deseni de hemen bugün gönderiyorum.
Bu köylü portresinin rengi Nuenen’de yaptığım Patates Yiyenler tablosunun rengi kadar koyu değildir – ne var ki çok medenî Parisli Portier efendi, resimleri kapı dışarı ettiği için adı «Kapıcı»ya çıkmış olacak, gene aynı konuyla burun buruna gelecek.
Şimdi sen o gün bugün değiştin, ama göreceksin ki o değişmedi; Paris’te daha çok çarıklı resim bulunmaması yazıktır doğrusu.
Benim köylü sendeki Lautrec’e zarar getirmez sanırım, tersine Lautrec’in resmi tam karşıtıyla yan yana gelince daha bir incelmiş olur ve benimki de bu tuhaf yakınlıktan bir şeyler kazanır, çünkü şık elbiseler ve pudralı yüzlerin yanında kızgın güneşten ve açık havadan yanmış esmer köylünün yüzü daha kanlı canlı olarak çıkar karşımıza.
Ne yazık ki Parisliler kaba saba konuların, Monticelli’lerin, çömlekçi çamurunun yeterince tadına varamamışlardır.
Neyse, ütopya gerçekleşmiyor diye umutsuzluğa düşmemek gerektiğini biliyorum.
Yalnız şu var ki, Pariste öğrendiklerimin silindiğini görüyorum: Empresyonistleri tanımadan, büyük şehre gelmeden önceki görüşlerime dönüyorum. Bu yüzden empresyonistlerin benim çalışma tarzımı yakında kınamalarına hiç şaşmam: görecekler ki onların fikir ve görüşlerinden çok Delacroix’nınkilerden esinlendim. Çünkü ben gözlerimin önünde olanı olduğu gibi vermekten çok, boyayı kendime göre bir amaçla, dile getirmek istediğimi daha bir kuvvetle dile getirmek için kullanıyorum.
Neyse, bunun teorisini bir yana bırakalım da sana ne demek istediğimi bir örnekle açıklayayım:
Büyük düşler gören, büyük hayaller kuran, bülbül nasıl öterse öyle çalışan, tabiatında sanat yapmak var diye sanat yapan bir dostumun portresini yapmak istiyorum. Bu adam sarışın olacak tabii. Ona duyduğum saygıyı, sevgiyi de dile getirmek isterdim resimde.
Demek ki önce olduğu gibi, elimden geldiği kadar gerçeğe uyarak çizeceğim onu. Ama tablo bununla bitmez. Onu tamamlamak için şimdi de renkleri keyfime göre kullanmam gerek.Saçın sarışın renginde aşırılığa gideceğim, turuncu renklere, kromlara, açık sarıya varacağım. Başın arkasında, çirkin apartmanın bayağı duvarını boyayacağıma, sonsuzluğu boyarım, elde edebileceğim en zengin, en derin mavi ile düz bir fon yaparım, ve böylece, ışıklı sarışın kafa canlı mavi üstüne gelince, sonsuz gökte bir yıldız parlıyormuş gibi olur.
Köylü portresinde de gene öyle yaptım. Hoş, orada sonsuzluğun içindeki bir yıldızın solgun, esrarlı ışıltısını yansıtmak diye bir amacım yoktu, ama çizeceğim yaman adamı hasatın en kızgın anında, öğle vaktinde tasarladım. Kızgın demir gibi ışıl ışıl turuncu renkler; karanlık çizgiler arasında altın parıltıları ondandır.
Ah! Canım kardeşim… elâlem bize ne, biz “Toprak” ve “Germinal”i okumuş insanlarız ve bir köylü canlandırırken isteriz ki bu okuduklarımızı biraz sindirmiş olduğumuz anlaşılsın. Postacıyı duyduğum gibi verebileceğimden emin değilim; o adam devrimci olarak Tanguy Baba’ya benzer, iyi cumhuriyetçi sayılır, çünkü yararlandığımız cumhuriyeti hiç ama hiç sevmez ve aslında cumhuriyet kavramının kendisinden hem biraz kuşku, hem de tiksinti duyar. Ama bir gün onu La Marseillaise’’i söylerken gördüm ve 89 yılını görür gibi oldum, gelecek yılın 89’unu değil de doksan dokuz yıl önceki 89 yılını. Delacroix’nın, Daumier’nin, eski Hollandalı ressamların eserlerinden çıkmış gibiydi.
Ne yazık ki bunun için bir model bulup oturtamazsın, oysa bu resmi yapabilmek için o havayı verilmesini beceren bir model bulmak gerekirdi.
Şimdi sana şunu da söylemeliyim ki, son günler para bakımından çok zor oldu.
Ne yapsam etsem hayat oldukça pahalı burada, aşağı yukarı Paris’te olduğu gibi, yani günde beş altı frank harcamakla fazla bir şey alamıyorsun. Ona göre model bulamıyor oldukça çok üzülüyorum. Ama ne çıkar, gene de devam!
Yani demek istiyorum ki bana bazı bazı, rasgele daha biraz fazla para göndersen iyi olur, bana değil de resimlere. İyi bir ressamla kötü bir ressam olmak arasında seçmek gerek. Birincisini seçiyorum. Ama resim pahalı bir metres gibidir, ona ne kadar para harcasan yetmez, paran olmadı mı bir şey yapamazsın.
Resim toplum hesabına yapılmalı, bir de masrafları yükletilmemelidir ressama.
Oysa işte… susacaksın üstelik, çünkü kimse bizi çalışmaya zorlamıyor, resme karşı kayıtsızlık öylesine genelleşmiş, öteden beri öylesine bir ilgisizlik var ki …
Bereket versin midem o kadar düzeldi ki! – ayın üç haftası yalnız galeta, süt ve yumurta ile yaşadım.
Güzelim sıcak bana gücümü geri verdi, iyi ettim de şimdi geldim güneye, hastalığın iyileşmez hale gelmesini beklemedim. Evet, öbür insanlar kadar sağlamım şimdi, oysa Nuenen’de ancak zaman zaman böyle olurdum, epey hoş bir durum.
Öbür insanlar deyince, bir az da grev yapan tesviyecileri, Tanguy Baba’yı, Millet Baba’yı, köylüleri anlıyorum.
İnsan sağlamsa bir parça ekmek yiyerek bütün bir gün çalışabilmeli, üstelik de pipo içecek, bir kadeh yuvarlayacak kadar gücü olmalı, çünkü o da lâzım bu koşullarda. Yine de yukarıdaki yıldızları ve sonsuzluğu kesinlikle duyabilmeli. O zaman hayat her şeye karşın büyülü gibidir.
Ah! Buranın güneşine inanmayanlar dinsiz imansız insanlarmış!
N e yazık ki, güneş tanrının yanı başında, bir de o amansız mistral vardır, eser durur.
Anam babam, cumartesi postası geçti, oysa senden mektup alacağımdan emindim, neyse, görüyorsun ya üzülmüyorum.
Vincent Van Gogh,
Theo’ya Mektuplar