“Walden Gölü Ormanda Yaşam” kitabından alıntılar paylaşacakken notlar paylaşıyorum. Çünkü okuduğunuz sizinle konuşuyorsa size de karşılık vermek düşer. Kitapta on yedi ayrı başlık var. Ben dört başlığı okurken düşündüklerimi not aldım. Okuyacak olanlara fikir vermesini umarım.
Ekonomi
Giysilerimizi kullanışlılıktan ziyade başkalarının fikirlerine ve moda anlayışlarına göre seçeriz. Henry David Thoreau‘nun dediğine göre elbisenin ilk işlevi iç ısıyı korumak, ikinci işlevi de toplumdaki çıplaklığı örtmek olmalı. Ne var ki yamalı ceketler, yıpranmış ayakkabılar bizi iyi yaşamdan, daha doğrusu başkalarınca verilecek hükümlerden(!) uzaklaştırabilir. Oysa giysi sahte bir tendir. Bir persona belki? Yaratılmış ve sürekli şekil değiştirecek bir ten. Herkesin bu tenden sıyrıldığı bir toplumu düşünüyorum; unvanlar ve insan eliyle, diliyle yaşatılan yücelikler silinebilir belki. Ama işin içinde biz varsak bu epey umutlu bir hayal oluyor galiba. O zaman da çıplaklığı kategorize edebiliriz. Daha beyaz, esmer, kilolu olmak önem kazanabilir örneğin. Kalça büyüklüğü devlet büyüğü olmak için yeterli olabilir mesela. Henry David Thoreau modaya dair konuşurken işi şuraya vardırıyor:
“Paris’teki baş maymun kafasına bir seyyah şapkası takarsa Amerika’daki bütün maymunlar da aynısını yapar.”
Giysiler iç/yaşamsal ısımızı muhafaza ederken başımızı sokacağımız bir barınak da bizi dış ısıdan korur. O da daha büyükçe ve havadar bir kabuktur diyebiliriz. Belki önceleyebiliriz de onu. Şu alıntıda dediği gibi:
“Rivayete göre Adem ile Havva başka şeyler giymeden önce bir çardağın altına girmişlerdir. İnsan sıcaklığın ve rahatlığın mekânı olan bir ev arzular; öncelikle sıcaklığın sonra da sıcacık duyguların mekânı…”
Fakat sığındığımız yerler de değişim geçirdi elbet. İlkel atalarımızdan miras kalan taştan mağaralarımız yerini tuğladan uysal odalara bıraktı. Doğadan uzaklaştı. Bugün kuşların yuvaları, tilkilerin inleri var ama modern insanın bir evi yok. Bugün bir evimiz olsun diye sahip olduğumuz en kıymetli şeyin, ömrümüzün, bir kısmından vazgeçmemiz gerekiyor. (Henry David görse ne güler! Hem doğaldan bunca uzak olacaksın hem de bunun için hayatın boyunca kölelik edeceksin.) Hatta öyle zamanlar yaşıyoruz ki soğuktan korunmak ve sıcak duyguları besleyebilmek için başımızın üstüne aldığımız çatının altında kalıyoruz ve elimizde ömürden bir küçük parça bile kalmıyor.
Bu bölümde bir de hayırseverlik üzerine yazılar var ki en sevdiğim kısım oldu. “Hiçbir şey çürümüş bir iyilik kadar kötü kokmaz,” diyor yazar. Çürümüş iyilik hakkında düşünmeli belki önce; ne olduğu hakkında. Bana göre temelinde sevgi yerine kibir, anlayış yerine vicdan paklama varsa tam öyle bir iyiliktir o. Böyle bir yardım üstencidir. Hoşgörülüdür. (Hoşgörünün de omzu üstünden bakan bir kavram olduğunu düşünürsek.) Temelinde veren el vardır. Veren elin bolluğu, nezaketi, mağrur yüreği, altı kalın kalın çizilen “hayırseverliği.” Birisinden ona ait olanı çalıp sonra geri veriyorsanız bu ne nezaket, ne iyilik, ne de hayırseverliktir. Toplumun evini çaldığı birine ekmek vermesi, sokakta kalan çocuğa ceket giydirmesi iyilik değildir. Görev belki. Başta öyle gelmese de birbirini tanısa da tanımasa da toplumun her bir üyesi ince iplerle bağlıymış ve birbirinden sorumluymuş gibi geliyor bana. “Biri sırf acıktığımda beni doyuruyor diye, donduğumda beni ısıtıyor diye, bir çukura düşecekken beni tutuyor diye iyi sayılmaz.” Özellikle bariz ekonomik ayrılıkların yaşandığı toplumlarda; fakirin çok fakir, zenginin çok zengin olduğu, hayırseverlerin tek yaptığı bu adaletsiz yaşamın kirini üstlerinden silkelemeleri. Üstelik bunu yaparken görülmekten büyük bir haz duyuyorlar. Birkaç gün önce Maraş depremi sonrasında depremzedelerin ihtiyaç duyduğu çadırların deprem bölgelerine gönderilmesi için televizyon kanallarında canlı yayınla reklam yapılması beklendi. Kokmuş iyilik budur. Adeta bunun için söylenmiş çok gerçek bir alıntı var kitapta: “Bu günahlar çokluğunun üzerini örten şey işte bu hayırseverliktir.”
Okumak
Yazara göre insan fiziksel ihtiyaçlarını karşılamanın derdine düştüğünden zihnini boşlar. Ona göre köyler üniversitelere dönüştürülmeli, yaşlılar buraya üye olmalıdır.
Kişinin kendini geliştirebilmesinin en önemli adımı şüphesiz okumak ve bu işin hakkı basit kitaplarla değil klasiklerle olmalı ona göre. Her ne kadar onları layıkıyla okuyup özümseyebilecek insanlar çok azsa da bu başarıldığı vakit sahip olduğumuz bilgelik bizi göğe ulaştıracak kadar yüce olur. Okumaya ayrılan zaman da arta kalan değil, zamanların en verimlisi olmalı. İnsan kendini atalarından aldıklarıyla sınırlamamalı. Buna mecbur değil. Etrafını kültürüne katkıda bulunacak şeylerle dolduran kişi gelişmiş zevke sahip asil kişidir ona göre. Tüm bunların yolu eğitimi iyileştirmekle açılıyor. “Daha iyi şartlar altında bulunsaydık soylulardan daha yüce amaçlarımız olacaktır.” Bu insanı güzel bir döngüye sokar herhalde; şartlar iyileştirildiğinde yaşama layık amaçlar aranır. Bu arayış da şartları hep bir adım öteye taşır.
“Soylu kişiler yerine insanlarımızın soylu köyleri olsun.”
Sesler
İnsan eğlenceyi hayatında buldu mu kendi için yaşanabilir, özgün bir yol yaratmış demektir. Doğanın hiç susmayan dilini çözdü mü her an onu duymaktan büyük zevk alabilir. İki dili vardır onun: Gördüklerimiz, duyduklarımız. Kulak vermemiz gerekenin hangisi olduğu görecelidir sanıyorum.
Yalnızlık
Yazar bir ormanda yaşadığından aslında yalnız hissetmediğini, kuş seslerinin, rüzgârın ve ağaçların bir komşu sesini aratmadığını söylüyor. Biz bunu bugün deneyimleyebilir miyiz acaba? Sürekli bir gürültünün olduğu aşikâr. (İçimden gürültü demek geldi bakın.) Bununla yalnızlaşıyor muyuz yoksa arkadaşlık mı ediyoruz bilmiyorum. Yine de ormanın ortasında yaşayacak olsa doğadan gelen bin türlü sesin bile yalnız olmadığını hissettiremeyeceği insanlar da var. (Ben onlardan biriyim.)
Ben yalnız kalmanın kişinin karakterini oluşturmada şart olduğunu düşünüyorum. Sıkıcı değildir çünkü fikirler oradan oraya koşturup zihni bir sonuca ulaştırmak için bolca zaman bulur. Ayrıca bu bir gruba (ya da gruplara) dahil olmamak anlamına da gelebilir. Eğer yalnızlık değişmez bir tercih haline gelmişse. Belli gruplara, fikirlere ya da birilerine bağlı/dahil olmamaksa müthiş bir özgürlük alanı sunar insana. Rahatça muhalif olabilir, yeniye, aklınız yatarsa, daha çabuk uyum sağlayabilirsiniz.
- Walden Gölü Ormanda Yaşam – Henry David Thoreau
- Say Yayınları
- 376 sayfa
- Çeviri: Caner Turan