İnsan biraz da bir yekûn olarak gözleri, söyledikleri ve eyledikleridir. Elbette ki söyledikleri dediğimiz kategoriye yazdıkları da dâhildir. Bunlar bir uzlaşmaya vardığında hayatta bir ahenk vücut bulur. Bu ahenkle küçük, birbiriyle irtibatını kaybetmiş dar anlar yekpare geniş bir an oluverir. Küçük ve birbirinden kopuk çoklukların kaotiğinden çıkıp, bir anlama ulaşılan yer de olur burası. Anlam, yani ki bizi sürekli kendine cezbeleyen sır. Bunları niye mi anlatıyorum? Çünkü bu anlattıklarımın konuyla bir ilgisi var.
Şule Gürbüz’ün yazdıkları edebî bir mahsul müdür veya eğer öyleyse bir edebi form olarak nereye konumlanabilir? Onun yazdıkları için sadece roman, öykü, deneme demek her şartta geçerlilik vaat etmiyor. Bunlardan daha geniş bir anlam alanına sahip “anlatı” sözcüğü ise bu metinlerin hüviyetini belirlemede daha parlak bir fikir. Fakat yazar, yazdıklarının bir edebî türün çerçevesinde anlamlandırılmasının sınırlarından kurtarmak ve daha geniş bir kavrayış alanında akis bulabilmek istercesine belki de bir yazı için en geniş kapsamlı adlandırmayı tercih ediyor: “(Bu yazdıklarım) anlatı mı, roman mı, deneme mi? Ben sadece “metin” demeyi tercih ediyorum.” Sadece edebiyat okuruyla muhatap kılınmaktan mahzun birisiyim, diyen yazar, yazdıklarında biçimden çok düşünceyi öncelediğini söylüyor: “Düşünce benim için birinci sıradadır. (Denildiği gibi) ‘neyi anlattığı değil, nasıl anlattığı önemli olan’ bir yazar olmayı hayal etmedim. Hep anlattığım şeyi önemsedim.”
Şule Gürbüz’ün dile verdiği önem ise bizatihi bir değerden kaynaklanmıyor. Dil onun için elde yoğrularak estetize edilen plastik bir varlık olmaktan ziyade yazarın anlatmak istediklerinin açığa çıktığı bir varoluş alanı vurgusuyla beliriyor. Neyi anlattığını önemsemesi, okurun metinle kurduğu alakayı zayıflatacak öğretici/didaktik söyleme dönüşmüyor. Onu bu durumdan kurtaransa düşüncelerine hep hatıraların ve düşlerin eşlik etmesi oluyor.
Bir metnin dilini, üslubunu içeriği mi tayin eder? Yoksa dil ve muhteva birbirinden özerk alanlardan kalkar da muhtevanın dile tabi olduğu bir yürüyüş mü metni meydana getirir? Bu yönden bakıldığında Şule Gürbüz metinlerinin anlatım biçimini dilin bizatihi tayin etmediği, yazarın anlatmak istediği hatıralar, düşler ve anın duyumsattıklarıyla bitişik düşüncelerin, metnin dilini belirlediği muhakkak. Çünkü dilin ondaki karşılığı biraz da ihtiyaca binaen oluşuyla ilgili. “Anlattığım şeyin yüksek bir dile ihtiyacı olduğu için, ben de dilin merdivenine tırmanabildiğim kadar tırmanıyorum. (…) Bunları illa bir şekle şemale sokmadan okuyacak, çabuk vazgeçmeyecek, gayretkeş okurlara ihtiyaç var.”
Şule Gürbüz, eserlerinin yalnızca edebi değer ölçütlerine göre okunmasının mutlaka eksik bir yönelim içerdiğini dile getiriyor. Salt edebiyat okuru refleksleriyle metinlere yaklaşımın en nihayetinde “kahraman kim, kurgu nasıl” gibi ölçümlerden ileri gidemeyeceğini savunuyor. Görünen o ki Şule Gürbüz’ün metinleri, edebiyata mı ait yoksa düşünceye ağırlık vermesinden ötürü felsefeye mi veya üçüncü bir alan olarak edebiyat ve felsefenin arasında bir yerde araf bir alanda mı durmaktadır, bu onun metinlerinin başlıca sorunsalını teşkil ediyor. Kambur kurgusu ve anlatım biçimi dolayısıyla evvelen ve bizzat bir edebiyat metni iken Öyle Miymiş? anlatımı ve ağır basan gerçekçiliğiyle daha ziyade, yaşamın mikro ayrıntılarını konu edinen felsefi soruşturmalara dönüşüyor. Peki, böyle bir belirlenim gerçekten kaçınılmaz mıdır? Yani metnin dâhil olabileceği disiplini bularak ya da hazır edinerek onun gereklerine göre peşin bir okuma biçimi geliştirmek. Bu kaçınılmaz gibi görünen yer tayini bize metinleri tüm renkleriyle görebilmeyi kolaylar mı ya da metni konumlandırırken herhangi bir disiplinin, felsefe veya edebiyatın ilkelerine indirgenen bakış açısıyla geliştirilmiş bir okuma biçiminin bizi sınırlayan, eksilten bir yanı bulunabilir mi? Bunlar üzerinde düşünülmesi gereken şeyler. Fakat şunu söyleyebiliriz ki zamanımızın giderek artan, konumu müphem bu tarz metinleri etraflı, çoğulcu, tecessüsü geniş bir okumayı gitgide bir zorunluluk haline getiriyor.
Okuduklarımızdan bir şeyler devşirir yolumuza azık ediniriz veya bazen onlardan bünyemize ister istemez bulaşan şeyler olur. Yazar-okur ilişkisi her ne kadar yeni eleştiriler bağlamında karşılıklı olarak niyetlerinden arındırılmışsa da en nihayetinde ikisinin de birbirinden anlamak ve anlaşılmayı umduğu inkâr edilemez. Bu bağlamda anlatılandan yazar ve okurun mutlaka umduğu bir şey bulunur. Hiç olmazsa umulan bu şey, hayatın keyfilik ve şiddet sarmalında günden güne büyüyen buhranına karşı sağaltıcı bir şifa olmasıdır.
Peki, Şule Gürbüz’ün bize anlattığı şey tam olarak nedir? Yazar bu konuda bize şu ipucunu veriyor: “Anlattıklarım, bir zihin ve duyuş akışı olarak belli bir ruhu ve hayatın o ruhta aldığı manayı derinliğine, gidebildiğim yerine kadar gitme hali taşıyor.”
Burada soru şu, acaba bu metinler (Kambur, Öyle Miymiş?) okurda, anlatmak istediklerine ilişkin bir şuur ve farkındalık meydana getiriyor mu yoksa okuru sonuçsuz soruşturmaların ortasında iyice yalnız mı bırakıyor?
Bu ise diğer yazının konusu.
-Not: Metinlerden kasıt Kambur ve Öyle Miymiş? adlı eserleridir.
Yararlanılan kaynaklar:
http://postoyku.com/sule-gu%CC%88rbu%CC%88z-ile-soylesi
http://acikradyo.com.tr/gunun-ve-guncelin-edebiyati/sule-gurbuz-ile-varlik-ve-metin-uzerine
http://acikradyo.com.tr/gunun-ve-guncelin-edebiyati/sule-gurbuz-ile-hayat-olum-ve-edebiyat